15 Aralık 2017 Cuma

KIŞ OKUMA ŞENLİĞİ - OKUMA LİSTEM

Gönderen Unknown zaman: 04:54 1 yorum
Uzun bir aradan sonra merhaba!
Blogu güncel tutmayı bir türlü beceremiyorum, nedense. Aynı tuttuğum ajandalara, günlüklere döndü, burası. Arada bir uğrayıp selam verip kaçıyorum. 2017 yılının en tembel, en az içerik üreten bloggerı seçebilirsiniz beni, hiç alınmam.
Dönüş yapmak, her gün olmasa da haftalık düzenli yazı girmek bir süredir aklımda. Ne yazsam, nasıl dönsem diye düşünürken sevgili @suleuzundere bloğunda bir okuma etkinliği paylaşmış. Haydi, bununla sıvayayım kolları dedim, geldim.
Başlayalım o zaman!
KIŞ OKUMA ŞENLİĞİ OKUMA LİSTEM
Sevgili Pinuccia’nın Kitapları bloğundan alışkınım bu etkinliğe. İlk katıldığım andan itibaren severek takip etmiş, listeleri oluştururken seçtiğim o kitapları okurken bir hayli eğlenmiştim. Bu yüzden bloğa yazı girme alışkanlığımda bu etkinliğin beni motive edeceğini düşünüyorum.
Bakalım benim listemde neler var? Eğer sizin listenizde olan, okumayı düşündüğünüz kitaplar varsa bana yazmayı unutmayın!
1.Kategori(10 puan): İsminde KIŞ mevsimini çağrıştıran bir kelime geçen veya olayların kışın geçtiği bir kitap.
TOLSTOY - KAZAKLAR
2.Kategori(10 puan): MEKTUPlardan veya ANIlardan oluşan bir kitap.
KAFKA – MİLENA’YA MEKTUPLAR
3.Kategori(10 puan): İsminde AŞK kelimesi geçen ya da konusu AŞK olan bir kitap.
JODİ THOMAS – AŞKA KOMŞU
4.Kategori(10 puan): Kitabın isminde bir BAĞLAÇ olan bir kitap.
REŞAT NURİ GÜNTEKİN – LEYLA İLE MECNUN
5.Kategori(10 puan): BEYAZPERDEye aktarılmış bir kitap.
TOLSTOY – ANNA KARENİNA
6.Kategori(10 puan): Bir ŞİİR kitabı
NECİP FAZIL KISAKÜREK - ÇİLE
7.Kategori(10 puan): Kitabın isminde SAYI olan bir kitap.
ZÜLFÜ LİVANELİ – BİR KEDİ, BİR ADAM, BİR ÖLÜM
8.Kategori(10 puan): Kitabın isminde “-MEK –MAK” eki almış kelime olan bir kitap.
HARPER LEE – BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK
9.Kategori(10 puan): Türk ya da Dünya KLASİKlerinden bir kitap.
HALİDE EDİP ADIVAR – ATEŞTEN GÖMLEK
10.Kategori(10 puan): Nobel Ödülü almış bir yazarın İLK kitabı
ALBERT CAMUS - YABANCI
11.Kategori(10 puan): Doğdunuz YIL ölmüş olan bir yazardan bir kitap.
TARIK BUĞRA - OSMANCIK
12.Kategori(10 puan): POLİSİYE türünde bir kitap.
AHMET ÜMİT – SİS VE GECE
13.Kategori(10 puan): YKY yayınlarından herhangi bir kitap.
YAŞAR KEMAL – FİLLER SULTANI İLE KIRMIZI SAKALLI TOPAL KARINCA
14.Kategori(10 puan): En az 500 sayfa olan bir kitap.
MARKUS SUZAK – KİTAP HIRSIZI
15.Kategori(10 puan/hepsini okuyana ekstra 20 puan): Adında AYNI KELİME geçen iki kitap.
AYŞE KULİN – SESSİZ ÖYKÜLER
GUSTAV SCHWAB – ORTAÇAĞ’DAN MİTOLOJİK ÖYKÜLER
16.Kategori(10 puan/hepsini okuyana ekstra 20 puan): ADI AYNI olan iki yazar'dan birer kitap.
AHMET HAMDİ TANPINAR – HİKAYELER
AHMET HAŞİM – BİZE GÖRE
17.Kategori(10 puan/hepsini okuyana ekstra 40 puan): Şimdiye kadar HİÇ kitabını okumadığınız dört yazardan birer kitap. [Yazarların ikisi Türk, ikisi yabancı, ikisi kadın, ikisi erkek olmalı]
TÜRK KADIN: ELİF ŞAFAK – USTAM VE BEN
TÜRK ERKEK: ORHAN KEMAL – ESKİCİ VE OĞULLARI
YABANCI KADIN: LAURA FLORAND – UMUT DOLU DİLEKLER
YABANCI ERKEK: MAURO MARTİNO – LOKMAN HEKİM SOKAĞI
18.Kategori(10 puan/hepsini okuyana ekstra 40 puan): Aşağıdaki ülkelerde doğmuş yazarlardan birer kitap. [Finlandiya, İsveç, İspanya, Rusya.]
FİNLANDİYA: MİNNA KANTH - SIĞLIKLAR
İSVEÇ: HENNİNG MANKELL - RÜZGARLARA SÖYLEYEN
İSPANYA: CERVANTES – DON KİŞOT
RUSYA: DOSTOYEVSKİ – ÖLÜ EVİNDEN ANILAR


16 Eylül 2017 Cumartesi

90'lı Yıllar

Gönderen Unknown zaman: 14:11 1 yorum
90 rakamı size özel şeyler çağrıştırıyorsa, aynı dönemin çocuklarıyız demektir.
Her gencin çocukluğu, her yaşlının gençliği güzeldir elbette. Fakat şöyle bir bakın etrafınıza... 90'lı yıllarda çocukluk mu, şimdiki çocukluk mu?

Eğer 90'lı yılların şanslı çocuğuysanız;
2000'li yılların gelişini heyecanla beklemişsinizdir. Sanki yeni bir evrim gelecekmiş gibi... Hem neler olduğunu anlamamak hem de 2000'li yılların yolunu gözlemek arasında bir dönemdir.

Televizyonla tanışmak, sokakta doyasıya oynamak demek 90'larda çocuk olmak. Komşularınızın çocuklarıyla arkadaş olmak, alt mahalledeki çocuklarla futbol turnuvaları düzenlemek demek...

Annenize "saat kaç" diye sorduğunuzda, kolunuzu ısırması için uzatmaktır; eti kemik geçiyor cevabıyla gülmektir.

Işıklı spor ayakkabınıza toz değmemesini dilemektir masumca. Arkadaşlarınıza hava atarcasına tüm mahalleyi turlamaktır, ışıklı spor ayakkabınızla...
Kırmızı rugan ayakkabı vitrinine sevinçle bakmaktır, bir gün sizin olacağını dileyerek...

Misketin nasıl oynandığını-topaçın ne olduğunu ve bunlardan alınan zevkin paha biçilmez olduğunu ilerde anlayacağınız yıllardır. Mario'nun müstakbel eşini kurtarmaya çalışmaktır. Ispanağı Temel Reis'le sevip, Bücür Cadı'yı hayran hayran izlemektir, köfteci Abbas'ın aşkını gizlemeye çalışmasını, üstün yetenekleri olduğu halde mütevazı bir hayat geçiren burnu sihirli cadımızı sevmektir. "Tintin tinimini hanımmm" duyulunca gülümsemektir. Çılgın Bediş'i izlerken kendi lisede öğrenci olacağınız yani büyüdüğünüzde nasıl olacağınızı merak etmektir, gizliden gizliye... Kemal Sunal'ı sevmek, Adile Naşit'in gülüşüyle neşelenmek, İnce İnce Yasemince'yi merakla beklemek, Heidi'nin süt sağmasını, dağlardaki muhteşem hikayelerini kaçırmamak, Casper'ın gerçekte nerede olduğunu düşünmek, Hugo ve Tolga Abi'nin saatini ezberlemek, Barış Manço'nun çocuklarla olan keyifli programını, Bob Ross Amca'nın harika tablolarına hayran kalmaktı, ninja kaplumbağaların kahraman ilan edildiği dönemdi...

Hamburger yerine evdeki köfteleri yemek, Mc Donald's a gitmek için yalvarmaktı... Siyah-Beyaz fotoğraf karelerine merakla bakmaktı belki de, kimin kim olduğunu anlamayarak... Minik minik poşetlerdeki renkli kolonyağları arkadaşımızın üzerine dökerek eğlendiğimiz, küçücük şeylerde bile içten gülücükler saçmayı bildiğimiz yaşlardı. Macarena dansını bilmekti mesela...

Zile basıp kaçmaktı, nasıl olsa tanıdıktı mahalleden Kasım Amca, hiç kızmazdı çocuklara. Çocuk sesinden rahatsız olan komşularımız da yoktu bizim. Komşuluk vardı daha doğrusu, komşu kavramı anlamını yitirmemişti o dönemlerde... Kokusu güzel olan bir yemek pişirildiğinde mutlaka komşuda pişen bize de düşerdi. Aşure günleri vardı... Halı yıkamak için firmalara gerek yoktu, geleneksel olarak düzenlenen halı yıkama günlerinde hep beraber halledilirdi konu-komşu bir arada... Beş çayında elinde bir kek ile çıkıp gelen bina sakinleri vardı... Dar günümüzde koşacağını bildiğimiz dostlarımız.

İspanyol paça pantolonlar vardı, şimdinin şekli şemali belli olmayan t-şörtleri yerine oduncu gömlekleri... Düşük bel diye bir kavramı bilmiyordu, bizim memleket varsa yoksa yüksek bel... Bilgisayar ise fazla lükstü. Onun yerine televizyonlarımıza bağlanan ve 7'den 70'e zevk aldığı aterilerimiz vardı. Ördek vurmaca oyununda tüm ördekleri vurmanın çocuksu sevinci vardı... Tetris düşmezdi elimizden... Sanal bebeğimiz ölmesin diye özenle bakardık, cebimizde gezdirerek... Sorumluluk duygusu öyle yerleşirdi belki, sanalda olsa bir canlının bakımını üstlenmek yavaş yavaş büyüdüğümüz hissine bile kaptırırdı...



Mahalleye seyyar dönme dolapçının gelmesiyle, annemizden nasıl para koparacağımızı düşünmekti.

Taso biriktirmekle başlardı, bizim koleksiyon hikayemiz. Okulda patates baskısı yapmak için şekiller vermekti yarım patateslere...

Amerika'ya zerre kadar özenmezdik, onda olan bende neden yok diye ağlamazdık saatlerce. Yoktan anlardık... Küçücük bedenlerimizde aslında şimdiye göre olgun düşünceler barındırırdık. Lükse kaçan şeylere imrenerek baksakta ona sahip olmak için ağlamak yerine harçlıklarımızı biriktirirdik.

Kokulu silgilere bayılırdık, her seferinde sonu gelmeden kaybolan silgiler boynumuza asılırdı kaybolmasın diye fakat ne çare... Silgi tozu ve uhu ile oynardık dersten sıkıldığımızda, teneffüs aralarında...

Kışın gelmesi, sobanın üzerindeki portakal kabuğunun kokusu demekti. Kardan adam yapmak, kar topu oynamaktan sırılsıklam eve dönmek ve hasta olmamak için saatlerde sobanın dibinde oturmaktı. Karın tadına baktı, anneden gizli gizli... Okulların kar tatiline girmesini dört gözle beklerdik, bu tatil bizim için bulunmaz bir nimetti. Yolların kapanması en çok biz çocukların işine gelirdi. Bulunan dik bir yokuştan poşetlerle, tahta parçalarıyla kaymaktı...

Her şeyin tadını sonuna kadar çıkarmaktı, 90'larda çocuk olmak. Bilgisayar çocuğu değildik varsa yoksa oyun varsa yoksa sokak... Her şey bir tık ötemizde değildi o dönemler, ödevimiz için ansiklopedi okurduk sayfa sayfa. Okul kütüphanelerinde sayfalarca kitaplara bakardık... İnternet ödevi mi, o da ne ? Kendi el yazımızla özene bezene, çizgileri kırmızı kalemle belirginleştirilmiş kağıdı çizgisiz kağıdın altına koyarak ellerimizin kenarı kararana kadar yazmak demekti...

Bayram sevinci ise apayrı. Erkek çocuğuysanız babanızın elinden tutup tüm mahalle camide buluşarak bayram namazını kılmak, kız çocuğu iseniz erkenden kalkıp bayram kahvaltısının hazırlanmasına yardım etmek, yeni kıyafetleri giymek için sabırsızlanmak, el öpüp harçlık almak, kapı kapı dolaşıp şeker toplamak... Bayramı bayram gibi yaşamak!

*

Günümüz çağı gibi her köşede siyaset konuşulmazdı. Oy verilen parti itinayla gizlenirdi... İnsanlık ölmemişti, imece usulü candı. Bilgisayarsız olmazsa olmaz diye bi kuralımız yoktu... Makineleşen dünyanın akımına kapılıp beyinlerimizi de makineleştirmemiştik... Acısı olanla üzülür, sevinci olanla gülerdik... Bırakın alt komşumuzu mahallenin sonundaki ablayı bile tanırdık... Kocaman bir aileydik, beton yığınlarının arasına sıkıştırılmamıştık.

Ne dersiniz, 2000'li yılların cafcaflı dünyasından sıyrılıp 90'lı yıllara geri mi dönsek?

Toplumsal Yaşam Kılavuzu

Gönderen Unknown zaman: 06:42 1 yorum
Bu yazıda okuyacağınız olay, benim başıma gelmiştir. İnanması biraz güç olabilir fakat tamamı gerçektir.

Dün akşam dışardaydım. Bir mağazaya pantolon bakmak için girdim. Beğendiğim pantolonu aldım ve kabinlere yöneldim. Hepi topu 3 kabin var zaten. Birisini hanımefendinin birisi kapatmış, kendi dışarda içerde kıyafetleri, aynada boyunu pusunu izlemekte... Diğerini iki genç kız önüne tabure koyup bir hesabın içindeler, çıkarana aşk olsun. Diğeri dolu. Elimde pantolonla birkaç dakika bekledikten sonra, malzemelerin olduğu kabine yöneldim ve “bu eşyalar sizin mi” dedim. Kadın bir hışımla dönüp kabine girdi, dakikalardır aynanın karşısından söküp alamadığımız hanımefendi bir anda kabinde aldı soluğu. Durumu görünce kabin önünde oturan kızlar, nezaket gösterip kalkma zahmetine girdiler.

Zorlu şartlar altında girdiğim kabinde derin bir soluk aldım. Fakat bir sorun vardı. Kabin kapılı değil, perdeli. Perdeli kabin arkasında kıyafet denemekten hiç hoşlanmam zaten. Çektim mi ne yaptım. Pat perde biri tarafından açıldı!
-    AAAAAAAA! (bağıran ben değilim, o) Burada kırmızı saçlı bir kız var!

Ben şok tabi. Allah esirgedi de, işimi bitirmiş, ayakkabımı giyiyordum. O anın şokuyla “Yapma ya” diyebildim. Yaptığı saygısızlığın, terbiyesizliğin farkında mı değil, farkında da umrunda mı değil bilemem ama kapı önünde ettiği muhabbeti aynen yazıyorum:
-         
     -  Keşke İranlı olsaydı, dediğimi anlamaz, ben de rezil olmazdım (Van’a alışveriş amaçlı İran’dan çok sayıda turist geliyor. Halk İranlılara aşina. Fakat sadece dediği cümlenin rezillik olduğunu sanıyor. Yaptığı saygısızlığın adı bile okunmuyor.)

Şok üzerine şok yaşıyorum. Hem sinirliyim hem gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Kabinden çıktım, ben bir “kusura bakmayın, fark etmeden oldu” falan bekliyorum. Ne dese beğenirsiniz?
-        
         -  Al sana anı işte, hatırlar hatırlar gülersin.

Ben de hep beraber hatırlayıp hatırlayıp gülelim diye, buraya yazayım dedim. Nasıl anı ama?

Bu olay başıma geldikten sonra düşünceler aldı beni. Bir kitapçık basılmasını istiyorum, sayın yetkililerden.
·         Kabine bir gardolap dolusu kıyafetle neden gidilmez?
·         Kabine girilmeden önce öksürme, tıklatma, seslenme gibi nezaket hareketleri neden yapılmalı?
·         Toplu alanlarda insanların özel alanlarına nasıl saygı duyulmalı?
     Otobüse nasıl binilip nasıl inilmeli? Ayakta gidenlerin sırtına, koluna, çantasına neden yaslanılmamalı?
·         Sokaklar, topluma açık yerleri neden babamızın arsası sanmamalıyız?


Bunların anlatılmasını istiyorum. Ha bir de, neden, ne zaman, nasıl özür dilenmeli bu da ek olarak kitapçığa düşülmeli. Bu kitapçığın da 8 yıllık zorunlu eğitim gibi zorunlu okunması ve uygulanması gerekli. 

14 Eylül 2017 Perşembe

Çöpe Atılacak Kitap Var mıdır?

Gönderen Unknown zaman: 03:16 0 yorum
Youtube’da vakit geçirmeyi seviyorum. Ben de kanal sahibi biri olduğum için, video izlerken kendi ilgilendiğim alan dışındaki videoları izlemeye özen gösteriyorum. Çünkü etkilenmek, benzer içerikler üretmek istemiyorum. Fakat geçtiğimiz günlerde Youtube’da gezinirken bir videoyaya denk geldim. 

Videonun linki için buraya tıklayın.

İşte, bu video, bugünkü blog yazımın çıkış noktası oldu. Son dönemlerde sosyal medyada “bookstagram” paylaşımları arttı. Her ne kadar ülke genelinde okumayı alışkanlık haline getirmiş, yaşam tarzı olarak benimsemiş kişilerin sayısı az olsa da kitaplara olan ilginin bu vesile ile bir nebze artmış olduğunu düşünmekteyim. Bookstagram sayfaları ile sosyal medya portallarında yer alan kişilerin yaş aralığının çoğu ise ortaokul, lise döneminde olan gençlerden oluşmakta.

İnstagram üzerinden kitap beğenilerine bakıldığında, bilinen, popüler kitapların paylaşımları çok beğeniliyor. Popüler olan kitapları okuyan, yorumlayan sayfalar bir anda binlerce takipçiye ulaşıyor. Edebiyat dünyasına bakıldığında benim de içlerinde bulunduğum bir kesimin “çerezlik” olarak nitelendirdiği kitapların basımının yaygınlaştığı görülmekte. Genellikle kitap evlerindeki yeni çıkan, popüler ve çok satan raflarını bu kitaplar oluşturuyor.

Wattpad uygulaması ortaya çıktıktan sonra basılan kitapların kalitesi de tartışılır bir hale geldi. Wattpad uygulaması yazarlarına bakıldığında yine genellikle 14 – 18 yaş arası gibi lise çağında olan gençler oluşturuyor. Küçük yaşlarda bulunan insanların kitaplarının çıkması hatta bunlardan bazılarının filme uyarlanması ise bazı çevrelerden büyük tepkiler alıyor. Sosyal medyada gezinirken wattpad kitaplarını okuyanların, çerezlik kitapları daha fazla paylaşanların “boş kitap” okuduğuna dair ithamlar, “yak bunları yak yak” diye tepkiler verildiğine kendim de şahit oluyordum.

Kendi düşüncelerime gelecek olursak…
Çerezlik kitapların edebiyat dünyası içerisinde yer almasına karşı değilim. Ben pek okumayı, kitaplığımda bulundurmayı tercih etmiyorum fakat bu kitapları okumayı tercih edenler de beni çok rahatsız etmiyor. Çünkü bu kitapları okuyan kesime baktığımda genellikle lise döneminden oluşması benim önyargı ile yaklaşmama engel oluyor. Bu yaş aralığında bulunan kişilerin, okuma zevkleri, kitap okuma alışkanlıkları yeni başlamış oluyor genellikle.

Bir kişi kitap okumaya yeni başladığı dönemlerde istediği türü okuyabilir. Tecavüzü, tacizi, terörü, hayvana zulmü, kadına şiddeti, kadını ezmeyi övmeyen her şey bence okunmaya değerdir. Bunları içermediği sürece benim gözümde yakılacak, çöpe atılacak, okunmayacak kitap yoktur. Küçük yaştaki kişilerin bu gibi ögeleri içeren kitapları okumasını istemem. Çünkü bu yaşlarda işlenen bilgiler en kalıcı olanlar oluyor genellikle ve bunun yanı sıra çoğu zaman bu yaşlarda yaşanan olaylar, izlenen filmler, okunan kitaplar kişilerin karakterlerini oluşturuyor. Bu yüzden yukarıda saydığım ögeleri içeren kitapların okunması, bunların desteklenmesi beni rahatsız ediyor.

Wattpad kitabı hiç okumadım desem yeridir. İsimlerini bilsem de pek bana hitap etmedikleri için içeriklerini de araştırmadım. Bu kitapları okuyan, inceleyen birçok kişi genellikle “genç yetişkin” ögelerin ön plana çıkmasını eleştiriyor. Genç yetişkin ögeler yani erotizm, cinsellik… Bu iki kavram kitaplardan, edebiyat dünyasından soyutlanabilecek bir şey değil. Bundan rahatsız olmak çok doğal, herkesin hoşlandığı konular, ilgi alanları farklılık gösterdiği gibi, rahatsız olduğu noktalarda değişkenlik göstermektedir. Fakat genç yetişkin ögelere sadece wattpad kitaplarında değil, birçok klasik de dahi rahatlıkla rastlamanız mümkün. Bana sorarsanız sapkınlık derecesine varmadığı sürece, erotizm ve cinsellik içeren kitapların okunmasında da bir sakınca yok.  

Yaş aralığı bu noktada önemli olabilir. Çünkü cinsel deneyimlerin anlatıldığı satırlar buna hazır olmayan zihinlerde bir takım korkulara, takıntılara, psikolojik problemlere yol açabilir. Ancak bana göre buna aile ve okuyacak kişi kendi karar vermelidir. Bir kişinin sadece “yaşı” o kitabı okumaya uygun olup olmadığına karar vermek için yeterli olmamaktadır. Yaşları küçük olsa dahi olgunluk seviyesi yüksek birçok kişi bulunmaktadır. Bu nedenle kitap önerirken yaşlara çok takılmamaya da dikkat etmek gerekir, bence.

Gelelim sözün kısasına… Sosyal medyada her alanda olduğu gibi bu konuda da “taşlanmak” gayet doğal. Çünkü ben kedilerimi paylaştığımda “birazcık da çevrende başka şeylerle ilgilensen”, kitaplarımı paylaştığımda “ay elinden kitap düşmüyor” gibi yorumlar gelebiliyor. Görüyorsunuz ki internet dünyasında ne yaparsanız yapın, insanları memnun etmek mümkün değil.

Önemli olan bu çerezlik kitapların dışında diğer türlerden kitaplar okumaya da alışmak. Başkalarını sizi bu konuda kötülemesine kızarken, bir klasik romanda “ay çok sıkıcı, ay çok kötü, ben onu okuyamıyorum” gibi tüm türü aşağılayıcı, kötüleyici yorum yapmamak. Her türe şans vermek ve aralarından en sevdiğini bulmak. Okumayı sadece vakit geçirmek için değil, size bir şeyler katması için yaptığınız zaman okurluğunuzda terfi aldığınızı hissedeceksiniz.


Sevgiler…

12 Eylül 2017 Salı

Televizyonsuz Hayat

Gönderen Unknown zaman: 14:02 1 yorum
Televizyon izlemek… Birçoğumuzun gün içerisinde çok vaktini alan, boş vakitlerimizi değerlendirmek için, eğlenmek için vb. amaçlarla tercih ettiğimiz aktivite. Fakat uzun saatler boyunca televizyon izlemenin insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri bilinen bir gerçek. Özellikle zihin gelişimi, hayal gücü yaratıcılık yeteneği gibi birçok şeyi olumsuz etkilediği araştırmalarla da kanıtlandı.

Televizyon izlemek, her ne kadar günlük hayat akışının bir parçası haline gelmiş olsa da, bu düzenden uzaklaşmak isteyen çok sayıda kişi olduğunu fark ediyorum. Ben lise yıllarımdan bu yana gününü televizyon karşısında geçiren biri olmadım. Lise yılları, ortaokul yıllarında çoğunlukla odamda vakit geçiriyordum. Odamda televizyon olmadığından gün içerisinde televizyon izlediğim saatler, yemek saatleri ile sınırlıydı. Bunun yanı sıra lisede Anadolu iletişim meslek lisesine gittiğim, lise 3ten itibaren staj yapmaya başladığım, öncesinde okul sonrasında stüdyo faaliyetleri, kütüphane gibi ortamlarda olduğum için evde geçirdiğim zaman da kısıtlıydı. Doğal olarak eve geldiğimde yapılacak ödevler, radyo TV mezunu olduğum için yapılacak montajlar, yazılacak senaryolar derken televizyon izlemek için yeterli zamanı bulamıyordum. Boş vakitlerimi, hafta sonlarını ise genellikle arkadaşları ile dışarda geçiren bir tiptim.

Durum böyle olunca ben kendiliğimden “televizyon izlememeye” başlamış oldum. Bunun için büyük bir çaba göstermem gerekmedi. Televizyon izlemediğim için, lise hayatım boyunca hiçbir diziyi takip etmediğim için bir eksiklik hissetmedim. Evlendikten sonra insanların televizyon ile olan ilişkisini gözlemleme şansım bulundu. Çünkü çevrem değişti. Evlenmeden önceki çevremde genelde çalışan, gününün sadece çok kısıtlı bir zamanında televizyona vakit ayırabilen kişiler tanıdığımdan daha öncesinde bu konu üzerinde düşünmemiştim.

Evlendikten sonra işyerimin kapanması sonucunda bir işsizlik süreci başladı. Radyo TV mezunları, sektörde iş bulmanın ne kadar zor olduğunu bilirler. Uzun süren bu işsizlik döneminde “ev hanımlığına” terfi etmiş bulundum. Günümün çoğu evde geçtiği, home ofis çalışma sistemine o dönem başlamadığım için kitap okumak, günlük temizlik ve yemek, televizyon izlemek dışında bir şey yapmıyordum. Yine de televizyon izlediğim zaman kısıtlıydı. Çünkü gerçekten izlemeye değer bir şey bulamıyordum.

Stajımı radyolarda yapmış olmamın buna etkisi var mıdır bilmem ama yapı olarak da her zaman radyoyu tercih etmişimdir. İlk takip etmeye başladığım dizi Avrupa Avrupa’ydı. İzlemeye değer bir şey bulamayınca sürekli Youtube’dan eski bölümlerini izlemeye başladım. Çoğu sahnesine kadar ezberledikten sonra şu anda halen ara sıra izlemeye devam ediyorum.

Ardından gündüz kuşağında Müge Anlı izlemeye başladım ve halen buna devam ediyorum. Müge Anlı izlememdeki en önemli sebep, yaptığı programın kalitesi, hayata dair paylaşılan şeyler ve bu sosyal sorumluluk projeleri ile hayatın tam içerisinde olan bir program olduğuna inanmam. Müge Anlı ve Youtube kanalından takip ettiğim eski dizi serüveni dışında televizyonla ilişkim bulunmuyordu. 2 ay önce, Müge Anlı’nın tatile girmesinin ardından 2 ay boyunca akşamdan akşama televizyon eşim tarafından açıldı.

2 aylık süreçte zihnimin daha çok dinlendiğini hissettim. Gündüzleri evdeki o sessizliğin ne kadar keyifli olduğunu fark ettim. Oysa birçok kişi televizyonu sırf ses olsun diye açtığından bahsediyordu. Bunu kendilerine neden yapıyorlar, anlam veremedim. Bu arada eş dost sohbetlerinde televizyondan konu açıldığında sessiz kalmam dikkatleri çekti. Bende açıklama olarak “bir süredir televizyon izlemiyorum, evde televizyonu eşim açıyor, ben sadece tozunu alıyorum” şeklinde açıklama yaptım. 

Aldığım tepkiler şaşırtıcıydı.
“Nasıl izlemezsin?”
“Ben televizyon kapalı kalsa evde duramam”
“Nasıl yani?
“Hiç mi izlemiyorsun”
“Home ofis çalışıyorsun ya ondan hep çalışmasan izlersin”
“Senin vaktin yoktur ondandır”

Evet, televizyon izlememenin geçerli bir sebebi olması gerektiğine inanıyorlardı. Oysa benim tek nedenim, izlemeye değecek bir şey bulamamdı. Home ofis çalışmamın buna katkısı mutlaka vardır. Fakat benim çalışmadığım dönemler, sipariş almadığım zamanlar oluyor. Genellikle günün en fazla 6 saatini yazarak geçiriyorum. Geriye kalan zamanda da televizyona ihtiyaç duymamam bunun benim tercihim olduğunu göstermiş olması gerekiyor.

Bir gün veya bir hafta boyunca bunu sizin de denemenizi isterim. Ben şu an Müge Anlı başladığı için, bir de Çocuklar Duymasın tekrar çekildiği için belirli zamanlarda televizyon izlemeye başladım. Fakat bu 2 aylık deneyim, aslında evimizde televizyonu başköşeye koyup oturma düzenini dahi ona göre ayarlayarak zihnimize nasıl kötülük ettiğimizi daha iyi gösterdi bana.

Bu deneyimi yaşadıktan sonra küçük bir tatil hayali kurdum. Böyle herkesten uzakta, küçük bir köy evi…  İnternet, televizyon, akıllı telefon yok. Sadece kuş sesleri, köpekler, kediler ve doğa. Biz baş başa… Sabah uyanıyorsun. Hava mis. Akşama kadar çayır çimen, oh ne keyif ama… Ardından saatlerce açık havanın yağdırdığı ilhamın altında yaz yazabildiğin kadar.

Günün birinde böyle bir tatile çıkarsam, zihnime en büyük ödülü vermiş olacağım. Yaparsam döndüğümde sizlere de yazacağım. Şimdilik hoşça kalın.

11 Eylül 2017 Pazartesi

Kültür Sanat Mevsimi ­| Sonbahar – 2017

Gönderen Unknown zaman: 23:33 2 yorum
Sonbahar, kış ayları geldiğinde daha bir şevkle çalışıp okuyorum, sanki. Yaz sıcaklarının, tüm dünya genelindeki o tatil havasının üzerimde yarattığı etkiden sıyrılıp kendimi okumaya, yazmaya, üretmeye konsantre edebiliyorum.

Biliyorsunuz ki, bloğumu açalı uzun zaman oldu fakat yeni yeni düzenli yazmaya başladım. En büyük isteğim de, bloğuma her gün yazı girebilmek. Genellikle gece 00.00 olduğunda yazıyı bloğa yüklüyorum fakat bugün olduğu gibi yoğunluktan yazı yükleme saatlerinde sarkmalar olabiliyor. Düzenli yazabilmem için bana en gerekli şeylerden biri de, konu bulabilmek.

İşte, geçtiğimiz günlerde Şule Uzundere’nin bloğunda gördüğüm bir etkinlik haberi bu yüzden beni heyecanlandırdı. Onun blog yazısına gitmek için buraya tıklayın. Gece Edebiyat bloğunda başlatılmış olan bu etkinlik kapsamında, görünen o ki, sonbaharda sanata doyacağız. Sanatın her dalını kapsayan 
60 görevi tamamlamak için kendimle yarışacağım. Bu süreci de yazılarımla bloğumda, siz değerli okurlarımla paylaşacağım.

Eğer sizin de bir blog sayfanız varsa katılmayı düşünebilirsiniz. Etkinliğe katılıyorsanız alta yorum bırakarak beni de haberdar edin ki, sizleri takip edebileyim. Görev listesini aşağıya ekliyorum. Detaylı bilgi için Gece Edebiyat bloğunu veya Şule Uzundere’yi takip edebilirsiniz.


Görevler:

o   Dünya veya Türk klasiklerinden bir kitap oku ve kitap üzerine bir yazı yaz.

o   Biri kadın biri erkek yazardan, aynı türde, 2 kitap oku ve kitaplar üzerine yazı yaz.

o   İsminde sonbahar veya sonbaharı anımsatan bir kelime geçen, biri Türk biri yabancı olmak üzere, 2 yazardan birer kitap oku ve kitaplar üzerine yazılar yaz.

o   Nobel veya başka önemli bir ödülü kazanmış bir yazardan bir kitap oku.

o   Bir akımı temsil eden bir kitap oku ve hem akım hem de kitap üzerine düşüncelerini yazıya dök.

o   Okuduğun kitaplardan beğendiğin bir bölümü alıntıla.

o   Bir şiir yaz.

o   Bir öykü yaz.

o   Bir deneme, makale veya eleştiri yazısı yaz.

o   Bir mektup yaz.

o   Dünya tarihinde önemli bir yere sahip bir kişi hakkında portre yazısı yaz.

o   Bir roman kahramanı hakkında bilgi ver.

o   Klasikleşmiş filmlerden birini izle.

o   Önemsediğin festivallerden birinde En İyi Film Ödülü’nü kazanmış bir filmi izle.

o   İsminde sonbahar veya sonbaharı anımsatan bir kelimenin geçtiği, biri Türk biri yabancı olmak üzere iki film izle.

o   Edebiyat veya tiyatro uyarlaması bir film izle.

o   Bir film karakteri hakkında bilgi ver.

o   Sinema tarihiyle ilgili bir konuyu araştır.

o   Sinemada bir film izle.

o   Bir yönetmenin tüm filmlerini izle ve o yönetmenin sinema anlayışı üzerine bir yazı yaz.

o   Bir tiyatro oyunu, opera veya bale izle.

o   Bir tiyatro metni oku.

o   Klasik müziğin önemli eserlerinden birini dinle.

o   Jazz, Blues, Reggae, Rock, R&B, Pop gibi müzik türlerinden birinin dünya çapında önemli bir albümünü dinle.

o   Bir müzik aleti hakkında bilgi ver.

o   Severek dinlediğin bir müzisyen, grup veya albüm hakkında kısaca bilgi ver.

o   Dünya ve Türk resminin önemli eserlerinden birini incele.

o   Bir akımı temsil eden bir resim veya heykeli incele.

o   Aynı temaya sahip iki farklı resim hakkında araştırma yap.

o   Bir sanatçının eserleri üzerine araştırma yap ve beğendiğin eserlerinden örnekleri paylaş.

o   Sanat tarihiyle ilgili bir konuyu araştır.

o   Bir felsefi düşünce hakkında araştırma yap.

o   Bir temel felsefe metni oku.

o   Mitoloji hakkında ilgini çeken bir konu üzerine araştırma yap.

o   Bir şehri gez ve o şehir üzerine bir gezi yazısı yaz.

o   Bir ülkenin veya bir şehrin önemli bir simgesi hakkında araştırma yap.

o   Dünya tarihinde ilgini çeken bir olay veya kişi hakkında kısaca bilgi ver.

o   Bir belgesel izle.

o   Teknolojinin hayatımıza kattığı önemli bir gelişme hakkında araştırma yap.

o   Bir TV veya internet dizisi izle.

o   İlgini çeken bilimsel bir gelişme üzerine kısa bir yazı yaz.

o   Önemli bir mimari eser hakkında araştırma yap.

o   Bir fotoğraf çek ve fotoğrafın hikâyesini anlat.

o   Herhangi bir konu hakkında bir video çek.

o   UNESCO Kültür Mirası listelerindeki bir madde üzerine araştırma yap.

o   Bir sözlük veya ansiklopedinin sayfalarını karıştır ve dikkatini çeken bir madde hakkında kısaca bilgi ver.

o   Bir internet sitesi, blog sayfası, sözlük, Youtube kanalı veya sosyal medya kullanıcısı hakkında düşüncelerini yaz.

o   Bilgisayar teknolojisiyle yaratılmış bir figür, animasyon, tasarım, afiş, logo gibi şeylerden dikkatini çeken biri üzerine kısaca düşüncelerini yaz.

o   İlginç bulduğun bir canlı türü hakkında bilgi ver.

o   Psikiyatri/Psikoloji kavramları ve hastalıkları üzerine ilgini çeken birini kısaca anlat.

o   Beğendiğin bir karikatür, illüstrasyon veya çizimi paylaş.

o   Bir dergiyi detaylı bir şekilde incele.

o   Bir müzeyi gez.

o   Bir kütüphaneyi ziyaret et ve birkaç saatini orada geçirip neler yaptığını yazıya dök.

o   Bir sanat etkinliğine katıl.

o   Bir toplumun kültür yapısı, yaşam biçimi, inanç şekilleri, örf ve adetleri üzerine bir araştırma yap ve ilgini çeken bir konu hakkında kısa bir yazı yaz.

o   Uzun bir zamandır yapmak istediğin bir şeyi yap veya uzun zamandır yapmak isteyip de yapamadığın bir şey hakkında kısaca bir yazı yaz.

o   Kültür ve sanat konusunda bir öneride bulun.

o   Kültür Sanat Mevsimi etkinliği süresince karşına çıkan ve seni şaşırtan, dikkatini çeken, aklına takılan en az 5 farklı şeyi maddeler halinde yaz.

o   Kültür ve sanat üzerine yapmak istediğin ve yukarıdaki görevler arasında bulamadığın bir şey yap ve bunun üzerine bir yazı yaz.



10 Eylül 2017 Pazar

Neden e-kitap?

Gönderen Unknown zaman: 14:16 3 yorum
Baştan söylemeliyim ki, sanırım bu uzun bir yazı olacak. Dünkü e-kitap ile ilgili paylaşımım ardından, e-kitapları nereden indirdiğime dair soru geldi. Bende bu konuda daha detaylı bir yazı hazırlamaya karar verdim. Aslında geçmiş yazıda söylediğim gibi daha öncesinde bir e-kitap tecrübem bulunmuyor. Bu “sanal okuyuculuk” konusunda oldukça acemiyim. Ancak fikirlerimi paylaşmak için bu yazıyı kaleme alıyorum.
Sıkılmadan okumanız için yazıyı başlıklara böleceğim. Böylece sadece belli başlı detayları merak ediyorsanız o kısımları okuyup bugünlük vedalaşabilirsiniz.

İlk soruyla başlayalım; neden e-kitap tercih etmeye başladım?

Henüz bitirdiğim bir e-kitap yok, okumaya da başlamadım. Baştan bunu belirteyim ki, daha sonra darılmaca gücenmece olmasın. Ancak dün e-kitaplara artık sıcak baktığımı, okumayı planladığımı söyledikten sonra e-kitap indirmeye başladım. Orta halli bir arşiv oluşturdum, bilgisayarımda. 3 – 5 tanesini telefonuma aldım. Okuduktan sonra bu deneyimi daha detaylı anlatacağım.
e-kitaplara öncesinde mesafeli bakmamın, şimdi ise olumlu yönde bir fikir değişikliğine gitmemin bazı, kendimce sebepleri var. İlk olarak şunu söylemeliyim ki, kitap alışverişi yaparken kendisini kaybedenlerdenim.

Arka kapak yazısını okumak, blog ve bookstagram yorumlarına bakmak, değerlendirmeleri incelemek tamam. Fakat albenili bir kapak, afilli bir isim de o kitabı almamı sağlayabiliyor. Bu durum bazen “dışı seni, içi beni yakar” misali hüsranla sonuçlanabiliyor. Kitaplığımda böylece “keşke almasaydım” dediğim kitaplar birikiyor. İşte, bunu engellemek için e-kitaplara sıcak bakmaya başladım. Böylece sadece sevdiğim, bana bir şeyler katan, benim gözümde değerli kitaplar kütüphanemde olabilecek.

Yer sıkıntısı… Benim kitapları saklamakla ilgili bir yer sıkıntım var. Evdeki kütüphanem ve raflarım dolmak üzere. Ömrüm boyunca kamyonlar dolusu kitaplar basılacağı, bu baskıların asla sonu gelmeyeceği düşünülürse hiçbir zaman kitaplarım için yeterli alana sahip olamayacağım. E-kitap bu sorunu ortadan tamamen kaldırdığı için tercihim.

Boykot ettiğim yayınevleri… Bazı sebeplerden dolayı benim, kendi başıma boykot ettiğim, o 
yayınevlerinden çıkan kitapları almadığım birkaç yayınevi var. Hatta sanırım 1. Neyse, şimdi adından bahsedip hedef gösterme gibi olmasın. Bu benim 1 yıla yakın zamandır yürüttüğüm bir boykot. Ancak öyle kitaplar çıkarıyor ki, direnç demirimi kırma noktasına gelebiliyorum. Ayrıca çalıştıkları bazı yazarlar da o yayınevlerine “acaba vaz mı geçsem” gözüyle bakmama neden olabiliyor. Bu durumda boykotumu bozmak yerine, e-kitap versiyonunu okumayı tercih edeceğim, bundan sonra. Bunu okuduktan sonra “tavşan dağa küsmüş” diyebilirsiniz, ancak bende durum böyle.

Sosyal medya… Biliyorsunuz ki, çok takipçili sayfa sahiplerine tanıtmaları için belirli kitaplar gönderiliyor. Bu yeni çıkan veya tanıtılması istenilen kitaplar genellikle aynı anda gönderiliyor. Bu durumda benim sosyal medyamın ana sayfası onlarca kişide aynı kitabın fotoğrafı ile dolup taşıyor. İster istemez bir merak uyanıyor. Bu merakı uyandıran kitapları da e-kitap olarak incelemeyi tercih edeceğim.

Taşınma… Bu sene Van’da kısmetse son senemiz. Temmuz ayı gibi tayinciyiz. Bir şehirden bir şehre tayin için taşınırken yüzlerce kitabı nasıl götüreceğim şu an benim için büyük bir soru işareti. Zarar görmemeleri için kırk kat sarıp sarmalayacağım ama e-kitapta böyle bir sorun yok. Kitaplar hep koruma altında. Bu madde, benim bu sene e-kitaplar indirmemin en büyük sebebi.

Hangi e-kitapları tercih ediyorum?

Dün geceden itibaren e-kitap indirerek kendime bir arşiv oluşturuyorum. Bu konuda yeni olduğum için nasıl bir indirme prosedürü gerçekleştiriyorum, onu da anlatayım. Öncelikle girdiğim sitelerde genel bir inceleme yaptım. Benim okuduğum türlerde hangi kitapların, hangi yazarların e-kitabı var onları öğrendim. Sonra iş hangilerini indireceğime geldi.

e-kitap indirirken benim önceliğim, kitabın fiyatı oldu. Eğer kitap, benim bütçemi çok aşıyorsa o kitapları e-kitap olarak indirmeyi tercih ettim.

Bir diğer konu ise kitabın hacmi, sayfa sayısı. Çok kalın kitapları yanımda taşımak çok zorlayıcı oluyor. Taşısam bile kalın cüsselerinden dolayı dışarıda, arabada, otobüste okumak rahat olmuyor. Çantada çok yer kaplıyor. E-kitap hayatımızı kolaylaştırmak için var, diye düşünürsek kalın cüsseli, okumak istediğim kitapların da e-kitap versiyonunu tercih ettim.

Çerezlik kitaplar… Sadece kafamı dağıtması için okumaktan hoşlandığım yazarlar var. Böyle basit anlatımlı, karmaşık olmayan konulu, cicili bicili. İşte, bulabildiğim bu tarz kitapların e-kitap versiyonlarını da arşivime ekledim.

Kişisel gelişim kitapları… Bende o kişisel gelişim kitaplarına mesafeli olanlar grubunda yer alıyorum. İtiraf etmeliyim ki, “başarı öyküleri” “bunları biliyor musunuz” gibi kişisel gelişim kitabı türevi kitapları “çerezlik” niyetine okumak hoşuma gitmiyor değil. Listeme bu nedenle kişisel gelişim kitaplarını da ekledim.

e-kitapları Nasıl Okuyacağım?

Yeni başladığım bu e-kitap okuma serüvenimde kendime bir okuma planı da yaptım. E-kitapları indirmesi daha rahat olduğu için (tercih meselesidir, direk tablet veya telefonunuza yükleyebilirsiniz) bilgisayarıma indirip bir klasör içerisine depoladım.

Okurken yanımda taşımak istediklerimi telefonuma atacağım. Böylece gece yatarken veya otobüste ayakta dahi okuyabileceğim. Bu noktada, e-kitabın bir avantajı daha ortaya çıkıyor. Karanlık ortamlarda dahi rahatlıkla okunabildiği için de tercih sebebi olabilir, bence.

Altını çizmeden okuyamam, diyenlerden olduğum için, e-kitaplarım için özel bir defter tutmayı düşünüyorum. Okurken beğendiğim satırları ve notlarımı, bu kitapta toplayacağım. Uzun yolculuklarda ise bir hafıza kartı içerisinde tabletimde taşımayı düşünüyorum.

Her şey sandığım gibi ilerler, e-kitap okumayı seversem ilerde bir e-kitap okuyucu alabilirim.

e-kitap Korsana Girmez Mi?

e-kitap indirmek isteyen fakat bu konuda çekimser kalan kişilerin en büyük endişesi, telif hakkı, emek meselesi bence. Ben internetten “ücretsiz” olarak indirilip okunabilen e-kitapların korsanla bir tutulmaması taraftarıyım.

Çünkü korsan kitap ile orijinal baskı arasında 5 – 6 liralık bir fark oluyor. Yani korsan alana kadar 5 – 6 lira daha üzerine koyup orijinal kitabı alabilirsiniz. Korsan sektörüne “maddi destek” bulunmak zorunda değilsiniz. /elbette daha çok fark olanlar vardır. 5 – 6 derken temsili /

Ben e-kitap indirme olayına, internetten film izleme ve mp3 indirme ile aynı bakıyorum. Bence bunlardan hiçbir farkı yok. Bu nedenle e-kitap indirmeyi sakıncalı görmüyorum. Ayrıca, beğendiğim, elimde olmasını istediğim kitapları, e-kitabını okuduktan sonra satın almayı düşündüğüm için bunun kötü bir yanının olmadığı kanısındayım.

Tabi, sizin bu konuda içiniz rahat değilse e-kitap indirmeyi tercih etmeyebilirsiniz. Gidip normal kitabı satın alabilir veya internette e-kitap okuyucular için para ile satılan versiyonları satın alabilirsiniz. Bu durum tamamen tercih meselesi bana göre.

Hangi adreslerden e-kitap indiriyorum?

Bu en çok merak edilen konu, sanırım. Çünkü internette her e-kitap var, ücretsiz e-kitap indir diyen siteye güvenilemiyor, maalesef. Dün geceden bu yana yaptığım araştırmalar sonucunda iki tane güzel, güvenilir e-kitap indirme sitesi keşfettim. Kitaplar bu adreslerden ücretsiz olarak indirilebiliyor. 

Bende bu iki adresten indirdim.

Not: Paylaştığım linklerin reklam falan olduğunu düşünmeyin. Siteler ile hiçbir bağım bulunmamaktadır. Sadece indirdiğim siteleri göstermek için linklerini ekledim.

KONUMUZ DIŞI NOT

Dün, yazının sonunda “haftaya görüşürüz” demiştim. Fakat bundan böyle her gün görüşeceğiz. Elimden geldiğinde her gün 00:00’da bloğuma günün yazını eklemeye çalışacağım. Dönüşleriniz beni çok mutlu ediyor, yorum eklemeyi ve “izlemeye” almayı unutmayın.
Bu kararımda Şule Uzundere’nin bloğunda gördüğüm bir etkinlik etkili oldu. Onunla ilgili detaylı bilgi için onu da bir ziyaret edin derim. Etkinlik yazısı yarın, benim bloğumda olacak.


Şimdilik hoşça kalın. 

9 Eylül 2017 Cumartesi

e-Kitap Okur Musunuz?

Gönderen Unknown zaman: 13:45 4 yorum
Okuma konusunda geri kafalı biri olduğumu itiraf etmeliyim. Kitap kokusu, kenarı kıvrılmış sayfalar, kenarlarından post-itler sarkan kitaplar, ayraçlar, altı çizili satırlar… Okumak denilince bunlar canlanıyor gözümde benim. Bu nedenle PDF okumalara, e-kitap okuyuculara biraz uzak kalıyor-dum. –dum, çünkü son dönemlerde bakış açım biraz değişti.

e-kitap okuma işine beni ısındıran, son dönemlerde telefonuma indirdiğim bir uygulama sebep oldu. Lise yıllarımdan bu yana, radyo TV bölümü mezunu olmam nedeniyle sanırım, gazete takip etmeyi çok severim. Gazeteleri kesip sakladığım bir klasörüm vardı, geçmişte. Sonra kaybettim. Bana kitap okumayı, okumayı sevdiren de babamın Pazar gazeteleri oldu. Bekarken, evimize pazardan pazara gazete alınırdı. Babamda okumayı sevdiği için, iki üç çeşit gazete alır gelir, e Pazar ekleriyle uzun saatler gazete keyfi yapacak gazete olurdu, evde. Babamla aramızda bunu okudun mu, al ben okudum gibi paslaşmalar ile gazeteler okunur, sonra benim beğendiklerimi kesme sıram gelirdi.

Okuma serüvenim böyle başladığı için sanırım, elimde tutamadığım, altını çizip kesip saklayamadığım okumalar, soğuk ve yapay geliyor-du gözüme. Burada oturduğumuz yerde, 1 market var. Oraya da gazete gelmiyor. Evimiz merkeze araba ile 45 dakika. Her sabah o yolu gazete almaya gidemeyeceğimize göre el mahkum, internete.

Gazetelerde en çok köşe yazarlarını okumayı severdim. Hep sakladıklarım da köşe yazıları olurdu. Okul yıllarımda Hıncal Uluç’un sayfasını büyük bir keyifle okurdum. Şu sıralar beğendiğim, takip ettiğim yazarların sayısı arttı. Gazete girmeyen evde, köşe yazıları nasıl okunuyor diye sorarsanız, işte cevabı, telefonuma yüklediğim o köşe yazılarını günlük yayınlayan uygulama.

Ahmet Hakan, Ayşe Arman, Ayşe Özyılmazel, Yılmaz Özdil, Hıncal Uluç, Gülse Birsel, Haşmet Babaoğlu, Feridun Andaç, Doğan Hızlan… Düzenli olarak köşelerini takip ettiğim yazarlar. Her gazetenin yazarları yayınlanıyor uygulamada. Başlıkları dikkatimi çekenleri de okuyorum günlük olarak. İşte, böyle böyle derken ben ekrandan okumaya çok alıştım. Sabah instagram, facebook kontrolünden önce, en az 1 saat uygulamada vakit geçiriyorum.

Bu akşam, severek takip ettiğim bir bookstagram hesabının e-kitap indirme hakkındaki paylaşımına denk geldim. Artık ekrandan okumaya alıştığıma göre benim e-kitaplara göz atma vaktim gelmiş, demektir. Bir gün e-kitap okuyucu alır mıyım bilmem. Şu an internetten birkaç e-kitap indirdim. Bu hafta okuyacağım. Bunun için tabletimi kullanacağım, telefon zorlar gibi geliyor çünkü.


Deneyimlerimi sizlere aktarırım. Haftaya görüşmek üzere…  

8 Eylül 2017 Cuma

Yaşamadan Çekiyoruz

Gönderen Unknown zaman: 13:29 0 yorum
Teknolojiden, internet kullanımından, sosyal medyanın varlığından rahatsız olan bir insan değilim. Fakat son zamanlarda elinde sürekli “çık-çık-çık-çık” fotoğraf çeken, video kaydı alan tiplerden muzdaribim. Bir gezide, alışverişte, sporda, yürüyüşte, parkta iki kelam edip bir avuç çekirdek çıtlatırken flaşların patlamasından sıtkım sıyrılmış durumda. “ÇEKME – YAŞA” diye haykırasım var, bu aralar, tüm dünyaya.
Bu tiplere karşı tam bir babaanne edası ile yaklaşıyorum, anlayacağınız. “Evladım, kameradan değil, gözünle gör” “Sen bırak artık o telefonu” “Çocuğum telefondan yüzünü göremedik” “Ay yeter, paylaşma artık” diye söylene söylene gezesim var.
Bir geziye çıkıyorsunuz, arkadaş grubuyla. Herkesin elinde son model akıllı telefonlar, içinde bilmem kaçlık internet paketler. Facebookta canlı yayında kimileri, kimileri story atmakla meşgul. Çevresine aval aval bakan bir siz varsınız! Eğer benim gibiyseniz…
Tarihi gezilerden sıradan yürüyüşlere kadar hep böyle durum. Kameraların gölgesinde yaşıyoruz adeta. Her an kaydediliyoruz. En özelimize kadar storylerimizde sergiliyoruz. Ne için? Hiç.
Evet. Koca bir hiç için yapıyoruz bunu.
-          Aman efendim, ne çok geziyor.
-          Aman da aman, ne güzel tatil yapıyor.
-          Ay kocasıyla nasıl aşıklar.
-          Aaa, bak o restoranda yemek yemişler.
-          Bunların araba, müzikte çalıyor.
-          Bak bak, gene nereleri geziyor.
İşte, bu cümleleri duymak için çekiyoruz tüm bunları. Yaşamadan, sadece hayatımı kare kare ederek sergilemek için yapıyoruz artık ne yaparsak. Sunumsuz kahvaltıya kahvaltı demiyoruz, çayın baş tacı edildiği ülkede herkes kahve tiryakisiymiş meğerse. Akşam yemeklerini dudak ısırtacak şıklıkta hazırlıyor, evimizi hiç de tarzımız olmayan ıncık cıncıkla Çarşamba pazarına çeviriyoruz. İki like için, yaşamaktan geçiyoruz.
Olur mu canım? Diyenler çıkacaktır şimdi. Oluyor canım. Maalesef tüm bunlar oluyor. Nasıl mı anladım? Bir tatil sonrası al karşına konuş. O storyde boy boy fotoğrafını paylaştığı antik tiyatrodan neler hatırlıyor? Geçmişini, yapılışını, kullanıldığı yılları okumuş mu? Araştırmış mı? Taşların üstüne çizilen o resimleri hatırlıyor mu? Nerdeeee… Hatırlamaz, istese de hatırlayamaz. Fotoğraf çekmeye gitti çünkü o oraya.
Bir de şu tipler var ki, evlere ırak. Gidiyorsun bir tarihi yeri gezmeye. Vatandaş yanında pozdan poza giriyor. Kültürel gezi için değil de, bir dergi kapağının çekimleri için oradaymışsın edasında. Kendini çekmekten bulunduğu ortamın büyüsüne kanamıyor, hissedemiyor o ruhu. Aklı fikri, instagramda paylaşacağı fotoğraflarda çünkü.
Tatil fotoğrafı deyince selfieleri, heykellerde, yapıtların önünde verilmiş pozları sevmem. Bir tarih kitabı gibi olmalı tatil fotoğrafları. Oraları anlatmalı, her gün aynada gördüğün o yüzü değil. İşte böyle orada poz verelim, şurada şöyle çekinelim, dur şu pozum kusur kalmasın diyenlerle gezmekten, görmekten hoşlanmıyorum bu yüzden.
Alıştık ama böyle yaşamaya. Bu insanlar ne yapıyor demiyoruz. Elinde tabletle, telefonla kayıt alanları yadırgamıyoruz. Yayalara kırmızı ışıkta durmayan bizler, fotoğraf çekenlerin pozu yarım kalmasın diye duruyoruz, kaldırım kenarlarında.

Şunu bilmiyoruz ki, yaşamadan çektiğimiz, içinde olduğumuz halde avuç içi kadar ekrandan görebildiğimiz o an’ların hepsini flaşlar patladıkça yitiriyoruz. Yaşamadan, hissetmeden, an’ın için olmadan, anı değil poz biriktirerek bir bir yok ediyoruz.

25 Ağustos 2017 Cuma

Hayvan Teröristleri

Gönderen Unknown zaman: 08:11 0 yorum
Küçükken yayla evimizin orada bir köpek vardı. Yaşlı bir kangal. Tüm çocukların ilk kedilerinin adı Pamuk, ilk köpeklerinin adı Karabaş mıdır, bilmiyorum ama Karabaş koymuştum adını. Öylesine yaşlanmıştı ki, gençliğindeki kuvveti yerinde olsa yanına kimseyi yaklaştırmayacak hayvan, bir kedi sokulganlığındaydı. Yayladaki insanların artan yemeklerini vermesi, hafta sonlarında mangalcıların kemiklerini paylaşması insanlara kanının kaynamasına sebep olmuştu. Yayla evine gitmek istememenin en büyük sebebi oydu. Diğer köpekler gibi koşmalı, atlamalı hoplamalı oyunlar oynayamıyordu ama yan yana yol boyu yürümek, bizi gördüğünde kuyruğunu salladığını izlemek, yaylaya arabamız girince koşarak takip edişine gülümsemek yetiyordu. Bir gittiğimizde bulamadık onu. İlk defa koşarak gelmedi. İlk defa içim bir tuhaf ürperdi. Koca yaylanın ne kadar boş göründüğünü hissettim.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra hayatımın ilk acı gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldım. O zamanlar ortaokul yaşlarındaydım. Karabaş iyice yaşlanmış ve arka bir ayağı topallamaya başlamıştı. İşte bu topallaması, yaşlılığı onu tüfekle vurarak öldürmelerine haklı sebep olmuştu. Duyduğumda yıkılmıştım. O vuran adama kinim halen dün gibi taze…
.
.
.
Karabaş’ı öldürdüler. İlk hayvanımı böyle kaybettim. Ardından cins bir köpek bırakıldı, yaylaya. Ekçi köpeği olarak bakmaya başlandı. Karabaş’tan çok daha genç, çok daha hareketli, kıpır kıpır… turuncuya çalan parlak uzun tüyleri vardı. Her zaman heyecanla havlardı. Ama ne yazık ki, sahibi yeteri kadar iyi bir adam değildi. Köpeği dövüyordu. Kuzenimle bunu gördüğümüzde hayvana yardım etme isteği uyandı. Ne yazık ki, yaşımız çok küçüktü. Büyüklere laf geçiremeyecek kadar, küçük. Bir gün yine köpeğin dayak yediğini gördük. Adam çözdü zincirini. Fırsat bu fırsattı. Hemen alıp onu kendi bahçemize götürdük. Su, ekmek verdik. Tabi, kısa bir süre sonra gelip aldı. Bacak kadar boyumuzla adama kafa tuttuk ama nafile. Aradan birkaç gün geçti. Ama o gün hiç unutmuyorum, adam almaya geldiğinde köpeğin arkamıza doğru saklanma çabasını, hırlayışını… Sonra… Sonrası kışın kurt boğmuş, öyle dendi.
.
.
.
Mahallemize bir köpek gelmişti, zamanın birinde. Simsiyah bir sokak köpeği. Çocukların oyununa karışıyor, çöplerden besleniyordu. Bizde aldığımız bisküvi gibi abur cuburları veriyorduk. Arada bir başını okşuyorduk. Aramızdaki muhabbet bu kadardı. Ama bizim binanın oralardan ayrılmıyordu, hayvan. Bir gün sokakta top oynayan erkeklerden biri, ne olduğunu hatırlamadığım bir sebepten arkadaşımla beni itti. İşte o an, o cana yakın, sevimli köpeğin hırlayarak o çocuğu nasıl kovaladığını görmenizi isterdim. Çünkü belki bunu gördüğünüzde, nasıl sadık bir dost olduklarını, kendilerine gülümseyerek bakan bir yüzü dahi benimsediklerini anlamış olurdunuz.
.
.
.
Okula gideceğim bir sabah binada bir kedi gördüm. Siyah beyaz bir sokak kedisi. Ekmek verdim. Akşam geldiğimde halen ordaydı. Beslemeye başladık. Artık o bizim binanın kedisiydi, adı Felix’ti. Uzun süre binamızda yaşamaya devam etti. Bir süre sonra Felix’in hamile olduğunu fark ettik. Büyük ihtimal bizim kömürlüğe doğum yapacaktı. Doğum günü gelip çattığında Felix bir farklı davranıyordu. Deli gibi dolanıyor, çok fazla kanaması geliyor, acı acı bağırıyordu. Bir süre bekledikten sonra ters giden bir şeyler olduğunu fark ettik. Çünkü halen tek yavru bile gelmemişti ve bağrışlar her dakika artıyordu. Babam alıp veterinere götürdü. Orada 4 yavrusu olduğunu ama büyük ihtimal hamileyken karnına yediği bir tekme dolayısıyla 3 yavrunun ölü doğacağını öğrendik. Sokakta yaşamına devam ettiği için sezaryen ile doğum yaptıramazdık. Veteriner, karanlık bir yerde, yalnız bırakmamızı tavsiye etti. Garaja götürdük. Yavrular doğuyor, Felix yalıyor ama hiçbiri hareket etmiyordu. İşte o an o hayvanın nasıl bağırdığını, stresinin nasıl arttığını görmenizi çok isterdim. Son yavru yaşıyordu ama Felix 3 yavrunun stresiyle garip bir duygu içine girmişti. Son yavruyu terk etti. Bir daha göremedik kendisini. Son yavru da çok yaşamadı, birkaç saat içinde öldü. Hayatımın en büyük travmasıydı…
.
.
.
Gazetelerde, internette, televizyonda şu hayvan canilerini gördükçe bunlar canlanıyor işte içimde. Dayanılmaz bir ızdırap duyuyorum. O hayvan teröristlerinden nefret ediyorum. bir kız çıkıyor, kedinin gözünü oymuş, bağırsaklarını çıkarmış. Başka biri eşeğin poposuna su hortumu sokup öldürmüş. Diğeri köpeği demir zincirle asıp boğmuş. Başkası avladığı bilmem kaç tane güvercinle fotoğraf çektirmiş.
N’oluyorsunuz ya? Sizin bize bu acıyı çektirmeye hakkınız var mı? Bir karınca dahi yaratamazken bu canları öldürmek ne haddinize? Kana mı susadınız? Gözünüz mü döndü? Dünyanın sonu mu geldi? Nedir bu hayvanlara reva görülen eziyetler?
Yettiniz!
Canımıza tak ettirdiniz!
Bi’ bitmediniz!


8 Ağustos 2017 Salı

Hayvanlara Saygılı Bir Toplum, Çok Mu Uzaklarda?

Gönderen Unknown zaman: 05:42 1 yorum
Hayvanlar söz konusu olduğunda o kadar ilkel bir toplumun içerisinde yer alıyoruz ki, biz hayvanseverler toplumun hayvan konusunda yobaz kalmış bu kesimiyle aynı havayı solumaktan hiç haz etmiyoruz. İnternet dünyası içerisinde yayınlanan bazı videoları görünce, kanımız donmakla kalmıyor, insanlığımızdan utanır hale geliyoruz.
Terör saldırısı haberleri şehit haberlerini kovalarken haber bülteni izlemek zaten oldukça zor bir hal almaya başlamışken bir de şu hayvanlara yapılan zulümlerin haberleri üzerine tuz biber oluyor. Sokağa konulan mama kaplarını deviren, suların içerisine sigara söndüren tiplere uyuz olurken geçtiğimiz günlerde ana haber bülteninde izlediğim bir haber, onlara şükür dedirtti resmen.
Bir insan müsveddesi, tarla gibi yolda arabasıyla giderken yol kenarında duran bir hayvanın başını “bilinçli olarak ezmek suretiyle” katlediyor. Bu cinayet değil de nedir, söyler misiniz bana? Otobanlara bir anda çıktığı için ezilen kedilere, köpeklere içimiz acırken, bilmem kaç kilometre hızla giden araçların camına çarparak can veren kuşlara üzülürken bu insan bozuntusuna ne demeli şimdi?
Bir canlının hayatı bu kadar ucuz olmamalı. Son dönemlerde sokaklara sokak hayvanları için bırakılan mama, su kapları ve belediyelerin bu alandaki çalışmaları takdire şayan. Fakat görünen odur ki, yeterli değil. Yolda bir mağara kaçkını önüne bile atlamayan köpeği gözü kapalı ezerek öldürebiliyorsa ve halen elini kolunu sallayarak aramızda gezebiliyorsa cezalar, kanunlar yeterli değil, demektir.
Son zamanlarda bu tip videoların sayısı giderek arttı. Özendirici bir etki mi yaratıyor yoksa toplumumuz hayvan kanına mı susuyor bilinmez ama görünen o ki, yetkili kişilerin bir an evvel bu konuya parmak basması gerekiyor. Adam akıllı bir hayvan hakları kanunu önüne keser mi bilmem fakat caydırıcı cezaların sokak hayvanlarına insanların daha iyi davranmasına yardımcı olacağını düşünüyorum.
Yolda ezilen bu köpeğin görüntüsünü halen içimden atamıyorum. Yolda herhangi bir sebepten dolayı ezilmiş bir hayvan ölüsü görmeye dayanamayan ben, bilinçli yapılan bu işin cezasız kalmasını vicdanıma anlatamıyorum. Bu caniyi alıp hapiste vergilerimizle besleyin demiyorum. Bulun sorumlusunu, tutup atın bir köpek barınağına. Sabah akşam o köpeklerin dışkısını temizleyip mamalarını versin. Gece gündüz barınakta yaşayan canlara hizmet etsin.
***
Elinde sapanla büyüyen çocuklar, büyüdüklerinde avlanmaya meraklı oluyor sanırım. Bu tür yatkınlıklarında küçükken karınca yuvası bozan, kuşa sapanla taş atan, kedinin kuyruğuna teneke bağlayan tiplerden türediğini düşünmüyor değilim. Velhasıl ailelere de büyük iş düşüyor, çocukları yetiştirirken. Hayvanları sevmelerini sağlamasalar bile en azından sokakta bir karıncayı bile incitmemesi gerektiğinin bilinciyle büyümeli yeni nesiller. Mağara kaçkını gibi ne zaman hangi hayvana saldıracağı belli olmayan, ilkel, sevgisiz, saygısız, hayvan görünce yüzünü kusmuk görmüş gibi ekşiten nesiller yerine sokaktaki hayvanın önüne bir kap su koymaktan zevk alan, bunu bir sorumluluk gören doğaya, çevreye, kainattaki tüm canlılara sevgi ve saygıyla yaklaşan nesiller lazım bize.

Dünyada kan gövdeyi götürürken bir de bu hayvan zulümleri hiç çekilir gibi değil, gerçekten. 

7 Ağustos 2017 Pazartesi

İş Aramak

Gönderen Unknown zaman: 04:56 1 yorum
Uzun yıllardır işsizlikle mücadele konusunda profesörlüğünü ilan etmeye hazır olan bir kişi olarak bu yazıyı kaleme almayı boynumun borcu kabul ediyorum. Şu sıra gençler, üniversite tercihlerinin sonuçlarını merakla beklemekte. ÖSYM tarafından sonuçların açıklanmasının ardından nur topu gibi bir meslek sahibi olacaklar ya da hayal kırıklıklarıyla mezuna kalmanın, sene uzatmanın hüznünü bir kez daha hissedecekler.
Üniversite eğitimini yarıda bırakmış, ardından bölüm değiştirme kararı almış ve açıköğretimden üniversiteyi bitirmek için debelenen biri olarak itiraf etmeliyim ki, içimde ukdedir üniversite. Şu an yaşıtlarım patır patır mezun olurken benim halen vizeydi, finaldi düşünmem içimde gergin fırtınalar kopmasına neden.
Çok kafaya takılacak bir durum yok, aslında. Gerçekçi bir pencereden bakacak olursam, bölümü yarıda bırakmayıp eğitimi tamamlasaydım da, üniversite mezunu bir işsiz olacaktım. Çünkü iletişim bölümü mezunlarının kaderi bu! Hayalimdeki meslek iletişim, radyo TV. Çocukluğumdan kalma haber sunma videolarım var, oyun oynarken elbette. İçime o zamandan işlemiş sanırım. Hatırlıyorum ve halen aynı hissediyorum; Televizyondaki muhabirleri kameramanları görünce…
Ünlü olmak değil, derdim. Yanlış anlaşılmasın. Röportajları, söyleşileri, tartışma ve güncel programları sevdiğim için medya dünyasında bir yerim olduğuna inanıyorum. Bu doğrultuda lisedeki öğrenim hayatımı da Türkiye’nin en iyi iletişim meslek liselerinden birinde tamamlayarak hayalime kocaman bir adım attım. Lise boyunca o büyülü medya dünyası içerisinde çalışma fırsatı yakaladım. Sonunda ise şehir değişikliğiydi, oydu buydu derken işsiz kaldım! Tam 3 senedir işsizim.
Sizin bildiğiniz işsizlerden değilim ama. Tüm gün gazetelerin ilan sayfalarını karıştıran, televizyon karşısında pinekleyen, maaşı beğenmeyip işe girmeyen, türlü bahanelerle iş aramayı bırakan tiplerden değilim. Tam zamanlı işimi bırakıp işsizliğe ilk adımımı attığım zamanlar tüm medya kurumlarına “eleman ihtiyacınız var mıydı” gibisinden taciz mesajları atmaya varana kadar iş arama maceralarına atıldım. Ardından baktım olmayacak, sektör zaten kan ağlıyor, sosyal medyadaki “medya iş ilanları” sayfalarına sadece iş arayanlar yazıyor, dedim, böyle olmayacak.
Dümeni başka bir tarafa kırıp muhabirlik yıllarımdan da severek yaptığım alana yöneldim. Yazarlık! Freelance olarak internet sitelerine içerik üretici, makale yazarı olarak çalışmaya başladım. Lise son sınıfta kalemimi güçlendirmek için yaptığım bu iş, bir anda gerçek mesleğim haline dönüşüverdi. Ben mutlu muyum mutluyum! Kazandığım yetiyor mu, eh elhamdüllilah!
Ancak bir sorun var ki, o koca burunlu, toplumun kangren olmuş yarası elalem mesleğinizde de yakanızdan düşmüyor. İşte, bunu anlatacağım yazıda sizlere. Meslek hayatınıza başladığınız ilk andan itibaren tüm vücudunuza sinek kovucu sürmenizi ve kendinize en kalınından en büyüğünden birer kulak tıkacı almanızı tavsiye edeceğim. Çünkü burası Türkiye ve birçok kişi mesleğiniz hakkında atıp tutmakta kendini serbest görmekte.
Sinir sisteminiz üzerinde özel bir deney yapıldığını düşündüğünüz anlarınız dahi olacaktır, bu süreçte. Tıp, mühendislik, mimarlık gibi alanları kazananlar yazının bu kısmında bizden ayrılabilirler. Çünkü benim lafım aykırıyı isteyenlere olacak. Güzel sanatlar, Radyo – TV Sinema gibi toplumun “yavrum aç kalırsın yazma” diye tepesinde tepindiği bölümleri okumak isteyenlere.
Türkiye gerçeklerinden bir tanesi de gözlemlediğim kadarıyla meslek seçerken işe gidiş, işten çıkış, mesai saatleri, izin günlerine göre karar vermek. Yanı 8’de gidilen 17’de çıkılan, yıllık en az 24 gün izni olan, cumartesi pazarı belli, aldığı maaş trink ödenen, resmi tatillerde bol keseden izin yapan bir iş, meslek bulduysanız değmeyin keyfinize. Ama mesai saatleriniz belirsizse, izin kesilme ihtimali varsa, izin günleri karışıksa aman aman uzak dur diye çekip almak isteyenler türeyecek bir anda çevrenizde.
Meslek seçiminin bir hayat seçimi olduğunun farkında iseniz ne düşündüğümü az çok anlamışsınızdır. Maaşına, çıkış saatine, izin gününe göre seçeceğiniz bir iş sizi mutlu etmeye yetmez, arkadaşlar! Üretkenliğinizi, yaratıcılığınızı, çalışma azminizi, iş heyecanınızı, başarma hevesinizi ortaya çıkarmayan bir meslek sizi köreltmekten, erken yaşlandırmaktan öteye gidemez.
Sizi bu yolda neler bekliyor? Bakın bakalım, aşağıdaki listeyi bunun için yazıyorum.
·         Sabah gidip akşam geleceğin bir iş bulsan…
·         Kazancı biraz az gibi geldi bana ama…
·         Doğru dürüst (!) bir iş bulsan…
·         KPSS’YE falan mı girsen acaba…
·         Bizim bir tanıdık eleman arıyor, sen de işsizsin (!) ya…
·         Bir meslek sahibi (!) olsan…
·         Oh, senden rahatı yok. Oturduğun yerden (!) para kazanıyorsun…
İşte, tüm bu cümleler eski zamanlarda futbolculara söylenen sözlerin bir benzeri. Şu an freelance evden yazarlık yaparak geçimini sağlayan bir kişi olarak maruz kaldığım taşlar bunlar. İhtimaldir ki topçu, popçu tayfası diye tabir edilen bizdenseniz sizin de üzerinize yağacaktır. Aman dikkat!
Bununla nasıl baş edersiniz? Uzun uzadıya formülü yok, milleti susturmanın bir yolu yok maalesef. Bunu ancak işinizdeki başarı, kariyerinizdeki ilerlemeler, sizin özgüveniniz, yaptığınız işi sevmeniz, onlar oflaya poflaya mesai saati hesaplarken sizin güle oynaya çalışmaya devam etmeniz ve umursamazlığınız yenecektir.

Kalın sağlıcakla…

24 Nisan 2017 Pazartesi

Kedi

Gönderen Unknown zaman: 10:33 0 yorum
Bana sorarsanız, kedi, hayvanlar içerisinde en özel hayvandır. Kendine has bir hayat duruşu olan bu yaratıklar, ne yaparlarsa yapsınlar sizi büyülemeyi başarırlar. Tam bir tüy yumağı ve baş belası oldukları inkar edilemez bir gerçektir. Fakat sevgileri ise paha biçilemez. Köpek, kuş, balık, kaplumbağa dururken neden evcil bir hayvan olarak kedi?

Hep bir kedim olsun istemişimdir, küçükken. Şimdi 2 tane var. Şöyle bir gözlemlediğimde kedilerin insan psikolojisi üzerinde engellenemeyen bir cazibesi var. Örneğin; köpek besleyen kişilere şöyle bir göz attığımda en fazla 4 – 5’e kadar çıkıyor, rakam. Fakat kedi besleyenler için durum öyle değil. Toplumun çeşitli kesimlerinde de kedi besleyenlerin, özel bir hastalığı olduğu düşünülüyor; kedi sevgisi hastalığı. Çünkü 1 kediyle başlayan bu serüven uçuk rakamlara, sayısı unutulan durumlara kadar varabiliyor.

Kadınlar daha çok kedici, erkeklerin arasında kediseverlerin sayısı ise azımsanmayacak kadar var. Ama kadın ve kedi ilişkisi bambaşka… Filmlerde, kitaplarda kedi hep kadınlarındır. Yalnızlığı seçen, çocuk yapma düşüncesi olmayan birçok kadına “kedili teyze mi olacaksın, sokak kedilerine mi bakacaksın” gibi espriler sıralanır. Hatta romantik komedi filmlerinde sevgilisinden ayrılan tüm kadınlar boşalan kucağını kedilerle doldurur.

Doğrudur. Kedi, içinizde boş kalan sevgi kutucuklarını itinayla dolduracak kadar yetenekli bir hayvandır. Çağırdığınızda gelmeyen, eve geldiğinizde bacaklarınıza sürünüp terliğinizi getirmeyen, kumu bir türlü isabet ettiremeyen, evi tüyden bir yumak haline getiren, anca maması bitip kumu temizlenecekse veya canı çekerse size sırnaşan bu başına buyruk hayvan neden sevilir, cidden bilinmez. Ama bir şekilde sevdirir işte, bu da onun işinin sırrı.

Evlenmeden önce bir sokak kedim vardı. Ailede ender görülen bir türüm; çoğu kişi evde hayvan istemeyip hatta fobi derecesinde korkarken benim kedileri neredeyse sevgimle öldürecek olmam… Neyse, bu bilim insanlarının inceleme konusu olabilir ancak, bizim sorunumuz değil. Dışarıda beslediğim Felix isimli bu kedicikle başladı, benim kedi sevgim. Evlendikten sonra daha 1 ay dolmadan kocam bir kucağında çıkageldi; hoş geldin Sütlaç!

Acaba, hayatımda başka bir gün öyle sevinç çığlığı atıp, kocamın boynuna boğarcasına sarılmış mıyımdır? Sanmam… Evde olunca bir başka oluyormuş, zamanla anladım. Sokak kedisine mama su ver yer gider, olay biter. Ama ev kedisi öyle değil. Bir kere bizim Sütlaç, asilzade soyundan geldiğinden her mamaya ağzını sürmez. Acıkır yer, diye boşuna bekledim. Yemedi, pes eden ben oldum. Daha 2 aylık bir bebekken şimdi bu nazlı, asil, titiz kızım 3 yaşında bir sıpa oldu. 20’lerini de görürüz, inşallah.

Sütlaç’ın asilzadeliği mama seçiciliği ile de sınırlı kalmadı. Bir kediden nasıl hanımefendi olur, pek ala gösterdi bize ve evimize gelen herkese. Her şeye tepki vermez, aheste aheste yürür, çok iyi cilve yapar, kibar yemek yer, kumu hep 12’den vurur, yanlışlıkla dokunsan yalanır da yalanır artık. Bu majesteleri, eninde sonunda bir kedi…

Stresli zamanlarında tüylerini yolar yolar atar gözünün içine baka baka. Kucak sevmez, anca bacağının yanına kıvrılır. Maması, suyu bitince haber verir, kum temizlenmemişse pat pat pat temizleyene kadar vurur Allah vurur. Canını sıkmaya gelmez bu beyaz meleğin, en beklenmedik anda indiriverir, tek ve sert hamle!
Burnundan kıl aldırmıyor bu mendeburlar, söylemiş olayım. Çok kişi sordu bana; ben çok seviyorum alayım mı, çocuğum istiyor alayım mı? Hayır, dedim çoğuna. Çünkü sevince, çocuk isteyince bitmiyor işleri. Kumunu temizle, tüyünü temizle, gönlü olsun diye peşinde dön dolaş ve daha nicesi. Birçok kişi, ilgimi görünce “başına bela” diyor, ben de ekliyorum “tatlı bela”

Evdekiyle sokaktaki bir olmuyor işte. Sokaktakine bir damla süt versen yolunu gözlüyor ama evdeki sanırsın zaten sen onun yanında işçi olarak çalışıyorsun. Çok garip ki, tıslasın, tırmalasın, saçını başını çekiştirsin, evin altından girsin üstünden çıksın, kumu ayrı maması ayrı koksun, o tüy temizleme başlı başına bir işkenceye dönüşsün ama sen yine koynunda yatır, gene peşinde koş! Bu kedigiller insanlar üzerinde 4S kuralını mı uyguluyor bilemiyorum ama normal bir hayvan olmadıkları konusunda her iddiaya varım, gönül rahatlığıyla.


Gerçek sevgi, bu belki de arkadaş… 
 

Meray Template by Ipietoon Blogger Template | Gadget Review