25 Ağustos 2017 Cuma

Hayvan Teröristleri

Gönderen Unknown zaman: 08:11 0 yorum
Küçükken yayla evimizin orada bir köpek vardı. Yaşlı bir kangal. Tüm çocukların ilk kedilerinin adı Pamuk, ilk köpeklerinin adı Karabaş mıdır, bilmiyorum ama Karabaş koymuştum adını. Öylesine yaşlanmıştı ki, gençliğindeki kuvveti yerinde olsa yanına kimseyi yaklaştırmayacak hayvan, bir kedi sokulganlığındaydı. Yayladaki insanların artan yemeklerini vermesi, hafta sonlarında mangalcıların kemiklerini paylaşması insanlara kanının kaynamasına sebep olmuştu. Yayla evine gitmek istememenin en büyük sebebi oydu. Diğer köpekler gibi koşmalı, atlamalı hoplamalı oyunlar oynayamıyordu ama yan yana yol boyu yürümek, bizi gördüğünde kuyruğunu salladığını izlemek, yaylaya arabamız girince koşarak takip edişine gülümsemek yetiyordu. Bir gittiğimizde bulamadık onu. İlk defa koşarak gelmedi. İlk defa içim bir tuhaf ürperdi. Koca yaylanın ne kadar boş göründüğünü hissettim.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra hayatımın ilk acı gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldım. O zamanlar ortaokul yaşlarındaydım. Karabaş iyice yaşlanmış ve arka bir ayağı topallamaya başlamıştı. İşte bu topallaması, yaşlılığı onu tüfekle vurarak öldürmelerine haklı sebep olmuştu. Duyduğumda yıkılmıştım. O vuran adama kinim halen dün gibi taze…
.
.
.
Karabaş’ı öldürdüler. İlk hayvanımı böyle kaybettim. Ardından cins bir köpek bırakıldı, yaylaya. Ekçi köpeği olarak bakmaya başlandı. Karabaş’tan çok daha genç, çok daha hareketli, kıpır kıpır… turuncuya çalan parlak uzun tüyleri vardı. Her zaman heyecanla havlardı. Ama ne yazık ki, sahibi yeteri kadar iyi bir adam değildi. Köpeği dövüyordu. Kuzenimle bunu gördüğümüzde hayvana yardım etme isteği uyandı. Ne yazık ki, yaşımız çok küçüktü. Büyüklere laf geçiremeyecek kadar, küçük. Bir gün yine köpeğin dayak yediğini gördük. Adam çözdü zincirini. Fırsat bu fırsattı. Hemen alıp onu kendi bahçemize götürdük. Su, ekmek verdik. Tabi, kısa bir süre sonra gelip aldı. Bacak kadar boyumuzla adama kafa tuttuk ama nafile. Aradan birkaç gün geçti. Ama o gün hiç unutmuyorum, adam almaya geldiğinde köpeğin arkamıza doğru saklanma çabasını, hırlayışını… Sonra… Sonrası kışın kurt boğmuş, öyle dendi.
.
.
.
Mahallemize bir köpek gelmişti, zamanın birinde. Simsiyah bir sokak köpeği. Çocukların oyununa karışıyor, çöplerden besleniyordu. Bizde aldığımız bisküvi gibi abur cuburları veriyorduk. Arada bir başını okşuyorduk. Aramızdaki muhabbet bu kadardı. Ama bizim binanın oralardan ayrılmıyordu, hayvan. Bir gün sokakta top oynayan erkeklerden biri, ne olduğunu hatırlamadığım bir sebepten arkadaşımla beni itti. İşte o an, o cana yakın, sevimli köpeğin hırlayarak o çocuğu nasıl kovaladığını görmenizi isterdim. Çünkü belki bunu gördüğünüzde, nasıl sadık bir dost olduklarını, kendilerine gülümseyerek bakan bir yüzü dahi benimsediklerini anlamış olurdunuz.
.
.
.
Okula gideceğim bir sabah binada bir kedi gördüm. Siyah beyaz bir sokak kedisi. Ekmek verdim. Akşam geldiğimde halen ordaydı. Beslemeye başladık. Artık o bizim binanın kedisiydi, adı Felix’ti. Uzun süre binamızda yaşamaya devam etti. Bir süre sonra Felix’in hamile olduğunu fark ettik. Büyük ihtimal bizim kömürlüğe doğum yapacaktı. Doğum günü gelip çattığında Felix bir farklı davranıyordu. Deli gibi dolanıyor, çok fazla kanaması geliyor, acı acı bağırıyordu. Bir süre bekledikten sonra ters giden bir şeyler olduğunu fark ettik. Çünkü halen tek yavru bile gelmemişti ve bağrışlar her dakika artıyordu. Babam alıp veterinere götürdü. Orada 4 yavrusu olduğunu ama büyük ihtimal hamileyken karnına yediği bir tekme dolayısıyla 3 yavrunun ölü doğacağını öğrendik. Sokakta yaşamına devam ettiği için sezaryen ile doğum yaptıramazdık. Veteriner, karanlık bir yerde, yalnız bırakmamızı tavsiye etti. Garaja götürdük. Yavrular doğuyor, Felix yalıyor ama hiçbiri hareket etmiyordu. İşte o an o hayvanın nasıl bağırdığını, stresinin nasıl arttığını görmenizi çok isterdim. Son yavru yaşıyordu ama Felix 3 yavrunun stresiyle garip bir duygu içine girmişti. Son yavruyu terk etti. Bir daha göremedik kendisini. Son yavru da çok yaşamadı, birkaç saat içinde öldü. Hayatımın en büyük travmasıydı…
.
.
.
Gazetelerde, internette, televizyonda şu hayvan canilerini gördükçe bunlar canlanıyor işte içimde. Dayanılmaz bir ızdırap duyuyorum. O hayvan teröristlerinden nefret ediyorum. bir kız çıkıyor, kedinin gözünü oymuş, bağırsaklarını çıkarmış. Başka biri eşeğin poposuna su hortumu sokup öldürmüş. Diğeri köpeği demir zincirle asıp boğmuş. Başkası avladığı bilmem kaç tane güvercinle fotoğraf çektirmiş.
N’oluyorsunuz ya? Sizin bize bu acıyı çektirmeye hakkınız var mı? Bir karınca dahi yaratamazken bu canları öldürmek ne haddinize? Kana mı susadınız? Gözünüz mü döndü? Dünyanın sonu mu geldi? Nedir bu hayvanlara reva görülen eziyetler?
Yettiniz!
Canımıza tak ettirdiniz!
Bi’ bitmediniz!


8 Ağustos 2017 Salı

Hayvanlara Saygılı Bir Toplum, Çok Mu Uzaklarda?

Gönderen Unknown zaman: 05:42 1 yorum
Hayvanlar söz konusu olduğunda o kadar ilkel bir toplumun içerisinde yer alıyoruz ki, biz hayvanseverler toplumun hayvan konusunda yobaz kalmış bu kesimiyle aynı havayı solumaktan hiç haz etmiyoruz. İnternet dünyası içerisinde yayınlanan bazı videoları görünce, kanımız donmakla kalmıyor, insanlığımızdan utanır hale geliyoruz.
Terör saldırısı haberleri şehit haberlerini kovalarken haber bülteni izlemek zaten oldukça zor bir hal almaya başlamışken bir de şu hayvanlara yapılan zulümlerin haberleri üzerine tuz biber oluyor. Sokağa konulan mama kaplarını deviren, suların içerisine sigara söndüren tiplere uyuz olurken geçtiğimiz günlerde ana haber bülteninde izlediğim bir haber, onlara şükür dedirtti resmen.
Bir insan müsveddesi, tarla gibi yolda arabasıyla giderken yol kenarında duran bir hayvanın başını “bilinçli olarak ezmek suretiyle” katlediyor. Bu cinayet değil de nedir, söyler misiniz bana? Otobanlara bir anda çıktığı için ezilen kedilere, köpeklere içimiz acırken, bilmem kaç kilometre hızla giden araçların camına çarparak can veren kuşlara üzülürken bu insan bozuntusuna ne demeli şimdi?
Bir canlının hayatı bu kadar ucuz olmamalı. Son dönemlerde sokaklara sokak hayvanları için bırakılan mama, su kapları ve belediyelerin bu alandaki çalışmaları takdire şayan. Fakat görünen odur ki, yeterli değil. Yolda bir mağara kaçkını önüne bile atlamayan köpeği gözü kapalı ezerek öldürebiliyorsa ve halen elini kolunu sallayarak aramızda gezebiliyorsa cezalar, kanunlar yeterli değil, demektir.
Son zamanlarda bu tip videoların sayısı giderek arttı. Özendirici bir etki mi yaratıyor yoksa toplumumuz hayvan kanına mı susuyor bilinmez ama görünen o ki, yetkili kişilerin bir an evvel bu konuya parmak basması gerekiyor. Adam akıllı bir hayvan hakları kanunu önüne keser mi bilmem fakat caydırıcı cezaların sokak hayvanlarına insanların daha iyi davranmasına yardımcı olacağını düşünüyorum.
Yolda ezilen bu köpeğin görüntüsünü halen içimden atamıyorum. Yolda herhangi bir sebepten dolayı ezilmiş bir hayvan ölüsü görmeye dayanamayan ben, bilinçli yapılan bu işin cezasız kalmasını vicdanıma anlatamıyorum. Bu caniyi alıp hapiste vergilerimizle besleyin demiyorum. Bulun sorumlusunu, tutup atın bir köpek barınağına. Sabah akşam o köpeklerin dışkısını temizleyip mamalarını versin. Gece gündüz barınakta yaşayan canlara hizmet etsin.
***
Elinde sapanla büyüyen çocuklar, büyüdüklerinde avlanmaya meraklı oluyor sanırım. Bu tür yatkınlıklarında küçükken karınca yuvası bozan, kuşa sapanla taş atan, kedinin kuyruğuna teneke bağlayan tiplerden türediğini düşünmüyor değilim. Velhasıl ailelere de büyük iş düşüyor, çocukları yetiştirirken. Hayvanları sevmelerini sağlamasalar bile en azından sokakta bir karıncayı bile incitmemesi gerektiğinin bilinciyle büyümeli yeni nesiller. Mağara kaçkını gibi ne zaman hangi hayvana saldıracağı belli olmayan, ilkel, sevgisiz, saygısız, hayvan görünce yüzünü kusmuk görmüş gibi ekşiten nesiller yerine sokaktaki hayvanın önüne bir kap su koymaktan zevk alan, bunu bir sorumluluk gören doğaya, çevreye, kainattaki tüm canlılara sevgi ve saygıyla yaklaşan nesiller lazım bize.

Dünyada kan gövdeyi götürürken bir de bu hayvan zulümleri hiç çekilir gibi değil, gerçekten. 

7 Ağustos 2017 Pazartesi

İş Aramak

Gönderen Unknown zaman: 04:56 1 yorum
Uzun yıllardır işsizlikle mücadele konusunda profesörlüğünü ilan etmeye hazır olan bir kişi olarak bu yazıyı kaleme almayı boynumun borcu kabul ediyorum. Şu sıra gençler, üniversite tercihlerinin sonuçlarını merakla beklemekte. ÖSYM tarafından sonuçların açıklanmasının ardından nur topu gibi bir meslek sahibi olacaklar ya da hayal kırıklıklarıyla mezuna kalmanın, sene uzatmanın hüznünü bir kez daha hissedecekler.
Üniversite eğitimini yarıda bırakmış, ardından bölüm değiştirme kararı almış ve açıköğretimden üniversiteyi bitirmek için debelenen biri olarak itiraf etmeliyim ki, içimde ukdedir üniversite. Şu an yaşıtlarım patır patır mezun olurken benim halen vizeydi, finaldi düşünmem içimde gergin fırtınalar kopmasına neden.
Çok kafaya takılacak bir durum yok, aslında. Gerçekçi bir pencereden bakacak olursam, bölümü yarıda bırakmayıp eğitimi tamamlasaydım da, üniversite mezunu bir işsiz olacaktım. Çünkü iletişim bölümü mezunlarının kaderi bu! Hayalimdeki meslek iletişim, radyo TV. Çocukluğumdan kalma haber sunma videolarım var, oyun oynarken elbette. İçime o zamandan işlemiş sanırım. Hatırlıyorum ve halen aynı hissediyorum; Televizyondaki muhabirleri kameramanları görünce…
Ünlü olmak değil, derdim. Yanlış anlaşılmasın. Röportajları, söyleşileri, tartışma ve güncel programları sevdiğim için medya dünyasında bir yerim olduğuna inanıyorum. Bu doğrultuda lisedeki öğrenim hayatımı da Türkiye’nin en iyi iletişim meslek liselerinden birinde tamamlayarak hayalime kocaman bir adım attım. Lise boyunca o büyülü medya dünyası içerisinde çalışma fırsatı yakaladım. Sonunda ise şehir değişikliğiydi, oydu buydu derken işsiz kaldım! Tam 3 senedir işsizim.
Sizin bildiğiniz işsizlerden değilim ama. Tüm gün gazetelerin ilan sayfalarını karıştıran, televizyon karşısında pinekleyen, maaşı beğenmeyip işe girmeyen, türlü bahanelerle iş aramayı bırakan tiplerden değilim. Tam zamanlı işimi bırakıp işsizliğe ilk adımımı attığım zamanlar tüm medya kurumlarına “eleman ihtiyacınız var mıydı” gibisinden taciz mesajları atmaya varana kadar iş arama maceralarına atıldım. Ardından baktım olmayacak, sektör zaten kan ağlıyor, sosyal medyadaki “medya iş ilanları” sayfalarına sadece iş arayanlar yazıyor, dedim, böyle olmayacak.
Dümeni başka bir tarafa kırıp muhabirlik yıllarımdan da severek yaptığım alana yöneldim. Yazarlık! Freelance olarak internet sitelerine içerik üretici, makale yazarı olarak çalışmaya başladım. Lise son sınıfta kalemimi güçlendirmek için yaptığım bu iş, bir anda gerçek mesleğim haline dönüşüverdi. Ben mutlu muyum mutluyum! Kazandığım yetiyor mu, eh elhamdüllilah!
Ancak bir sorun var ki, o koca burunlu, toplumun kangren olmuş yarası elalem mesleğinizde de yakanızdan düşmüyor. İşte, bunu anlatacağım yazıda sizlere. Meslek hayatınıza başladığınız ilk andan itibaren tüm vücudunuza sinek kovucu sürmenizi ve kendinize en kalınından en büyüğünden birer kulak tıkacı almanızı tavsiye edeceğim. Çünkü burası Türkiye ve birçok kişi mesleğiniz hakkında atıp tutmakta kendini serbest görmekte.
Sinir sisteminiz üzerinde özel bir deney yapıldığını düşündüğünüz anlarınız dahi olacaktır, bu süreçte. Tıp, mühendislik, mimarlık gibi alanları kazananlar yazının bu kısmında bizden ayrılabilirler. Çünkü benim lafım aykırıyı isteyenlere olacak. Güzel sanatlar, Radyo – TV Sinema gibi toplumun “yavrum aç kalırsın yazma” diye tepesinde tepindiği bölümleri okumak isteyenlere.
Türkiye gerçeklerinden bir tanesi de gözlemlediğim kadarıyla meslek seçerken işe gidiş, işten çıkış, mesai saatleri, izin günlerine göre karar vermek. Yanı 8’de gidilen 17’de çıkılan, yıllık en az 24 gün izni olan, cumartesi pazarı belli, aldığı maaş trink ödenen, resmi tatillerde bol keseden izin yapan bir iş, meslek bulduysanız değmeyin keyfinize. Ama mesai saatleriniz belirsizse, izin kesilme ihtimali varsa, izin günleri karışıksa aman aman uzak dur diye çekip almak isteyenler türeyecek bir anda çevrenizde.
Meslek seçiminin bir hayat seçimi olduğunun farkında iseniz ne düşündüğümü az çok anlamışsınızdır. Maaşına, çıkış saatine, izin gününe göre seçeceğiniz bir iş sizi mutlu etmeye yetmez, arkadaşlar! Üretkenliğinizi, yaratıcılığınızı, çalışma azminizi, iş heyecanınızı, başarma hevesinizi ortaya çıkarmayan bir meslek sizi köreltmekten, erken yaşlandırmaktan öteye gidemez.
Sizi bu yolda neler bekliyor? Bakın bakalım, aşağıdaki listeyi bunun için yazıyorum.
·         Sabah gidip akşam geleceğin bir iş bulsan…
·         Kazancı biraz az gibi geldi bana ama…
·         Doğru dürüst (!) bir iş bulsan…
·         KPSS’YE falan mı girsen acaba…
·         Bizim bir tanıdık eleman arıyor, sen de işsizsin (!) ya…
·         Bir meslek sahibi (!) olsan…
·         Oh, senden rahatı yok. Oturduğun yerden (!) para kazanıyorsun…
İşte, tüm bu cümleler eski zamanlarda futbolculara söylenen sözlerin bir benzeri. Şu an freelance evden yazarlık yaparak geçimini sağlayan bir kişi olarak maruz kaldığım taşlar bunlar. İhtimaldir ki topçu, popçu tayfası diye tabir edilen bizdenseniz sizin de üzerinize yağacaktır. Aman dikkat!
Bununla nasıl baş edersiniz? Uzun uzadıya formülü yok, milleti susturmanın bir yolu yok maalesef. Bunu ancak işinizdeki başarı, kariyerinizdeki ilerlemeler, sizin özgüveniniz, yaptığınız işi sevmeniz, onlar oflaya poflaya mesai saati hesaplarken sizin güle oynaya çalışmaya devam etmeniz ve umursamazlığınız yenecektir.

Kalın sağlıcakla…
 

Meray Template by Ipietoon Blogger Template | Gadget Review