Küçükken yayla evimizin orada bir
köpek vardı. Yaşlı bir kangal. Tüm çocukların ilk kedilerinin adı Pamuk, ilk
köpeklerinin adı Karabaş mıdır, bilmiyorum ama Karabaş koymuştum adını. Öylesine
yaşlanmıştı ki, gençliğindeki kuvveti yerinde olsa yanına kimseyi
yaklaştırmayacak hayvan, bir kedi sokulganlığındaydı. Yayladaki insanların
artan yemeklerini vermesi, hafta sonlarında mangalcıların kemiklerini
paylaşması insanlara kanının kaynamasına sebep olmuştu. Yayla evine gitmek
istememenin en büyük sebebi oydu. Diğer köpekler gibi koşmalı, atlamalı
hoplamalı oyunlar oynayamıyordu ama yan yana yol boyu yürümek, bizi gördüğünde
kuyruğunu salladığını izlemek, yaylaya arabamız girince koşarak takip edişine
gülümsemek yetiyordu. Bir gittiğimizde bulamadık onu. İlk defa koşarak gelmedi.
İlk defa içim bir tuhaf ürperdi. Koca yaylanın ne kadar boş göründüğünü
hissettim.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra
hayatımın ilk acı gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldım. O zamanlar ortaokul
yaşlarındaydım. Karabaş iyice yaşlanmış ve arka bir ayağı topallamaya
başlamıştı. İşte bu topallaması, yaşlılığı onu tüfekle vurarak öldürmelerine
haklı sebep olmuştu. Duyduğumda yıkılmıştım. O vuran adama kinim halen dün gibi
taze…
.
.
.
Karabaş’ı öldürdüler. İlk hayvanımı
böyle kaybettim. Ardından cins bir köpek bırakıldı, yaylaya. Ekçi köpeği olarak
bakmaya başlandı. Karabaş’tan çok daha genç, çok daha hareketli, kıpır kıpır…
turuncuya çalan parlak uzun tüyleri vardı. Her zaman heyecanla havlardı. Ama ne
yazık ki, sahibi yeteri kadar iyi bir adam değildi. Köpeği dövüyordu. Kuzenimle
bunu gördüğümüzde hayvana yardım etme isteği uyandı. Ne yazık ki, yaşımız çok
küçüktü. Büyüklere laf geçiremeyecek kadar, küçük. Bir gün yine köpeğin dayak
yediğini gördük. Adam çözdü zincirini. Fırsat bu fırsattı. Hemen alıp onu kendi
bahçemize götürdük. Su, ekmek verdik. Tabi, kısa bir süre sonra gelip aldı. Bacak
kadar boyumuzla adama kafa tuttuk ama nafile. Aradan birkaç gün geçti. Ama o gün
hiç unutmuyorum, adam almaya geldiğinde köpeğin arkamıza doğru saklanma
çabasını, hırlayışını… Sonra… Sonrası kışın kurt boğmuş, öyle dendi.
.
.
.
Mahallemize bir köpek gelmişti,
zamanın birinde. Simsiyah bir sokak köpeği. Çocukların oyununa karışıyor,
çöplerden besleniyordu. Bizde aldığımız bisküvi gibi abur cuburları veriyorduk.
Arada bir başını okşuyorduk. Aramızdaki muhabbet bu kadardı. Ama bizim binanın
oralardan ayrılmıyordu, hayvan. Bir gün sokakta top oynayan erkeklerden biri,
ne olduğunu hatırlamadığım bir sebepten arkadaşımla beni itti. İşte o an, o
cana yakın, sevimli köpeğin hırlayarak o çocuğu nasıl kovaladığını görmenizi
isterdim. Çünkü belki bunu gördüğünüzde, nasıl sadık bir dost olduklarını,
kendilerine gülümseyerek bakan bir yüzü dahi benimsediklerini anlamış
olurdunuz.
.
.
.
Okula gideceğim bir sabah binada
bir kedi gördüm. Siyah beyaz bir sokak kedisi. Ekmek verdim. Akşam geldiğimde
halen ordaydı. Beslemeye başladık. Artık o bizim binanın kedisiydi, adı Felix’ti.
Uzun süre binamızda yaşamaya devam etti. Bir süre sonra Felix’in hamile olduğunu
fark ettik. Büyük ihtimal bizim kömürlüğe doğum yapacaktı. Doğum günü gelip
çattığında Felix bir farklı davranıyordu. Deli gibi dolanıyor, çok fazla
kanaması geliyor, acı acı bağırıyordu. Bir süre bekledikten sonra ters giden
bir şeyler olduğunu fark ettik. Çünkü halen tek yavru bile gelmemişti ve
bağrışlar her dakika artıyordu. Babam alıp veterinere götürdü. Orada 4 yavrusu
olduğunu ama büyük ihtimal hamileyken karnına yediği bir tekme dolayısıyla 3
yavrunun ölü doğacağını öğrendik. Sokakta yaşamına devam ettiği için sezaryen
ile doğum yaptıramazdık. Veteriner, karanlık bir yerde, yalnız bırakmamızı
tavsiye etti. Garaja götürdük. Yavrular doğuyor, Felix yalıyor ama hiçbiri
hareket etmiyordu. İşte o an o hayvanın nasıl bağırdığını, stresinin nasıl
arttığını görmenizi çok isterdim. Son yavru yaşıyordu ama Felix 3 yavrunun
stresiyle garip bir duygu içine girmişti. Son yavruyu terk etti. Bir daha
göremedik kendisini. Son yavru da çok yaşamadı, birkaç saat içinde öldü. Hayatımın
en büyük travmasıydı…
.
.
.
Gazetelerde, internette,
televizyonda şu hayvan canilerini gördükçe bunlar canlanıyor işte içimde. Dayanılmaz
bir ızdırap duyuyorum. O hayvan teröristlerinden nefret ediyorum. bir kız
çıkıyor, kedinin gözünü oymuş, bağırsaklarını çıkarmış. Başka biri eşeğin
poposuna su hortumu sokup öldürmüş. Diğeri köpeği demir zincirle asıp boğmuş. Başkası
avladığı bilmem kaç tane güvercinle fotoğraf çektirmiş.
N’oluyorsunuz ya? Sizin bize bu
acıyı çektirmeye hakkınız var mı? Bir karınca dahi yaratamazken bu canları
öldürmek ne haddinize? Kana mı susadınız? Gözünüz mü döndü? Dünyanın sonu mu
geldi? Nedir bu hayvanlara reva görülen eziyetler?
Yettiniz!
Canımıza tak ettirdiniz!
Bi’ bitmediniz!