90 rakamı size özel şeyler çağrıştırıyorsa, aynı dönemin çocuklarıyız demektir.
Her gencin çocukluğu, her yaşlının gençliği güzeldir elbette. Fakat şöyle bir bakın etrafınıza... 90'lı yıllarda çocukluk mu, şimdiki çocukluk mu?
Eğer 90'lı yılların şanslı çocuğuysanız;
2000'li yılların gelişini heyecanla beklemişsinizdir. Sanki yeni bir evrim gelecekmiş gibi... Hem neler olduğunu anlamamak hem de 2000'li yılların yolunu gözlemek arasında bir dönemdir.
Televizyonla tanışmak, sokakta doyasıya oynamak demek 90'larda çocuk olmak. Komşularınızın çocuklarıyla arkadaş olmak, alt mahalledeki çocuklarla futbol turnuvaları düzenlemek demek...
Annenize "saat kaç" diye sorduğunuzda, kolunuzu ısırması için uzatmaktır; eti kemik geçiyor cevabıyla gülmektir.
Işıklı spor ayakkabınıza toz değmemesini dilemektir masumca. Arkadaşlarınıza hava atarcasına tüm mahalleyi turlamaktır, ışıklı spor ayakkabınızla...
Kırmızı rugan ayakkabı vitrinine sevinçle bakmaktır, bir gün sizin olacağını dileyerek...
Misketin nasıl oynandığını-topaçın ne olduğunu ve bunlardan alınan zevkin paha biçilmez olduğunu ilerde anlayacağınız yıllardır. Mario'nun müstakbel eşini kurtarmaya çalışmaktır. Ispanağı Temel Reis'le sevip, Bücür Cadı'yı hayran hayran izlemektir, köfteci Abbas'ın aşkını gizlemeye çalışmasını, üstün yetenekleri olduğu halde mütevazı bir hayat geçiren burnu sihirli cadımızı sevmektir. "Tintin tinimini hanımmm" duyulunca gülümsemektir. Çılgın Bediş'i izlerken kendi lisede öğrenci olacağınız yani büyüdüğünüzde nasıl olacağınızı merak etmektir, gizliden gizliye... Kemal Sunal'ı sevmek, Adile Naşit'in gülüşüyle neşelenmek, İnce İnce Yasemince'yi merakla beklemek, Heidi'nin süt sağmasını, dağlardaki muhteşem hikayelerini kaçırmamak, Casper'ın gerçekte nerede olduğunu düşünmek, Hugo ve Tolga Abi'nin saatini ezberlemek, Barış Manço'nun çocuklarla olan keyifli programını, Bob Ross Amca'nın harika tablolarına hayran kalmaktı, ninja kaplumbağaların kahraman ilan edildiği dönemdi...
Hamburger yerine evdeki köfteleri yemek, Mc Donald's a gitmek için yalvarmaktı... Siyah-Beyaz fotoğraf karelerine merakla bakmaktı belki de, kimin kim olduğunu anlamayarak... Minik minik poşetlerdeki renkli kolonyağları arkadaşımızın üzerine dökerek eğlendiğimiz, küçücük şeylerde bile içten gülücükler saçmayı bildiğimiz yaşlardı. Macarena dansını bilmekti mesela...
Zile basıp kaçmaktı, nasıl olsa tanıdıktı mahalleden Kasım Amca, hiç kızmazdı çocuklara. Çocuk sesinden rahatsız olan komşularımız da yoktu bizim. Komşuluk vardı daha doğrusu, komşu kavramı anlamını yitirmemişti o dönemlerde... Kokusu güzel olan bir yemek pişirildiğinde mutlaka komşuda pişen bize de düşerdi. Aşure günleri vardı... Halı yıkamak için firmalara gerek yoktu, geleneksel olarak düzenlenen halı yıkama günlerinde hep beraber halledilirdi konu-komşu bir arada... Beş çayında elinde bir kek ile çıkıp gelen bina sakinleri vardı... Dar günümüzde koşacağını bildiğimiz dostlarımız.
İspanyol paça pantolonlar vardı, şimdinin şekli şemali belli olmayan t-şörtleri yerine oduncu gömlekleri... Düşük bel diye bir kavramı bilmiyordu, bizim memleket varsa yoksa yüksek bel... Bilgisayar ise fazla lükstü. Onun yerine televizyonlarımıza bağlanan ve 7'den 70'e zevk aldığı aterilerimiz vardı. Ördek vurmaca oyununda tüm ördekleri vurmanın çocuksu sevinci vardı... Tetris düşmezdi elimizden... Sanal bebeğimiz ölmesin diye özenle bakardık, cebimizde gezdirerek... Sorumluluk duygusu öyle yerleşirdi belki, sanalda olsa bir canlının bakımını üstlenmek yavaş yavaş büyüdüğümüz hissine bile kaptırırdı...
Mahalleye seyyar dönme dolapçının gelmesiyle, annemizden nasıl para koparacağımızı düşünmekti.
Taso biriktirmekle başlardı, bizim koleksiyon hikayemiz. Okulda patates baskısı yapmak için şekiller vermekti yarım patateslere...
Amerika'ya zerre kadar özenmezdik, onda olan bende neden yok diye ağlamazdık saatlerce. Yoktan anlardık... Küçücük bedenlerimizde aslında şimdiye göre olgun düşünceler barındırırdık. Lükse kaçan şeylere imrenerek baksakta ona sahip olmak için ağlamak yerine harçlıklarımızı biriktirirdik.
Kokulu silgilere bayılırdık, her seferinde sonu gelmeden kaybolan silgiler boynumuza asılırdı kaybolmasın diye fakat ne çare... Silgi tozu ve uhu ile oynardık dersten sıkıldığımızda, teneffüs aralarında...
Kışın gelmesi, sobanın üzerindeki portakal kabuğunun kokusu demekti. Kardan adam yapmak, kar topu oynamaktan sırılsıklam eve dönmek ve hasta olmamak için saatlerde sobanın dibinde oturmaktı. Karın tadına baktı, anneden gizli gizli... Okulların kar tatiline girmesini dört gözle beklerdik, bu tatil bizim için bulunmaz bir nimetti. Yolların kapanması en çok biz çocukların işine gelirdi. Bulunan dik bir yokuştan poşetlerle, tahta parçalarıyla kaymaktı...
Her şeyin tadını sonuna kadar çıkarmaktı, 90'larda çocuk olmak. Bilgisayar çocuğu değildik varsa yoksa oyun varsa yoksa sokak... Her şey bir tık ötemizde değildi o dönemler, ödevimiz için ansiklopedi okurduk sayfa sayfa. Okul kütüphanelerinde sayfalarca kitaplara bakardık... İnternet ödevi mi, o da ne ? Kendi el yazımızla özene bezene, çizgileri kırmızı kalemle belirginleştirilmiş kağıdı çizgisiz kağıdın altına koyarak ellerimizin kenarı kararana kadar yazmak demekti...
Bayram sevinci ise apayrı. Erkek çocuğuysanız babanızın elinden tutup tüm mahalle camide buluşarak bayram namazını kılmak, kız çocuğu iseniz erkenden kalkıp bayram kahvaltısının hazırlanmasına yardım etmek, yeni kıyafetleri giymek için sabırsızlanmak, el öpüp harçlık almak, kapı kapı dolaşıp şeker toplamak... Bayramı bayram gibi yaşamak!
*
Günümüz çağı gibi her köşede siyaset konuşulmazdı. Oy verilen parti itinayla gizlenirdi... İnsanlık ölmemişti, imece usulü candı. Bilgisayarsız olmazsa olmaz diye bi kuralımız yoktu... Makineleşen dünyanın akımına kapılıp beyinlerimizi de makineleştirmemiştik... Acısı olanla üzülür, sevinci olanla gülerdik... Bırakın alt komşumuzu mahallenin sonundaki ablayı bile tanırdık... Kocaman bir aileydik, beton yığınlarının arasına sıkıştırılmamıştık.
Ne dersiniz, 2000'li yılların cafcaflı dünyasından sıyrılıp 90'lı yıllara geri mi dönsek?